26.12.09

Işık Dağı'nda, Işıklar İçinde...

14 – 15 yaşlarımdan beri dağlar beni hep kendilerine çağırmıştır. Delice sevdalı oldukları ateşe engellenemez bir arzuyla çekilen ve hayatın anlamını yanmakta bulan pervaneler gibi, dağlara doğru çekilmişimdir her zaman. Bir sabah kafanı çadırdan çıkarıp kendini bulutların arasında bulduğunda, belki de öldükten sonra hiçbir zaman buyur edilmeyeceğin bir cennetin içinde bulursun kendini. Yaşamak çoğu zaman dipsiz bir kuyunun içinden yukarıdaki zayıf ışığa bakmak olsa da, bazen de bulutların üstünde kendi gölgeni görüp şaşırmak değil midir? İşte dağlar bunu verir insana. Hayatın kalabalık ıssızlığı içinde hiçbir fark yaratmayan zavallı gölgenin, bulutların üstünde kocaman bir yansıma olabileceğini gösterir. İşte bu yüzden nereye gitsem oradaki dağlara çıkmak isterim. Sabahın köründe sırtımda bir çantayla, bacaklarımı yırtan çalıların arasından zirveye varmaya çalışırken bulurum kendimi.

Dağa gitmem lazımdı. Şehrin damarlarımda koyu bir kıvamda gezip duran zehirinden kurtulmalıydım. Şu birkaç gün bunun için bulunmaz fırsattı. Ne yazık ki planım kimsenin ilgisini çekmiyordu ve yine yalnızdım. Olsun, yalnız da olsam gidecektim, kararlıydım. Derken cılız teklifime Hasan’dan güçlü bir yanıt geldi: “Ben gelirim!” İşin kötüsü ben Hasan’ı bir türlü çıkaramıyordum! Çıkarsam ne olacaktı zaten? Neredeyse hiç tanımadığım bir adamla kampa gitmek üzereydim! :) Aklıma ürkütücü sahneler geliyordu: “Hasan, dişlerin neden bu kadar büyük?” “Seni daha iyi ısırabilmek için hıaaaarrrkkk!!” :)

İki gün sonra kendimi Hasan’ın evinde kamp için hazırlık yaparken buldum. Hasan Işık Dağı’na kamp atmayı önerdi, ben de seve seve kabul ettim. Ancak bir yandan da eksi bilmem kaç derecede kamp yapacak olmak, yol şartları, korkutucu virajlar, Hasan’ın benim ne kadar uyuz motor kullandığımı bilmemesi, kabak tekerlerim ve yazlık eldivenlerimle yağmura yakalanma olasılığı gibi bin tane tilki aklımda zıplayıp duruyor ve içten içe Hasan’ın vazgeçmesini diliyordum :) Ancak o bunun yerine “Yumurta alalım, sabah yeriz. Zeytin de alayım. Sen de hazır çorba al, akşam yaparız” falan deyip duruyordu. Çoktan yola çıkmıştı bile! Bir yandan onun enerjisi ve iyimserliğinden etkileniyor, bir yandan da bu özgüvenin kaynağını merak ediyordum. Derken beklenen cevap Hasan’dan geldi: “Bizimkiler de orada kampta olacak.” “Sizinkiler kim abi?” Meğer çocuk dağcıymış! Bir şeyi yapmayı gerçekten istersen o güç –adına tanrı de, kader de, olumlu enerji de, ne dersen- sana buyur diyor, bundan eminim. O güç bu kez de karşıma Hasan’ı çıkarmıştı. Kendimi ilk defa huzurlu hissederek, ondan bazı eksik malzemelerimi alıp eve yollandım.

Evde hazırlıklarımı tamamlarken zavallı annem güvende olacağımdan emin olmak için sürekli sorular soruyordu. Sonra en kırık sesiyle, “Ben yarın da uyuyamayacağım” dedi. Haklılardı, onları hep korkuttum. Şu en uslu yaşlarımda bile hala korkutuyordum. Kendimi çok kötü hissettim. Öte yandan, ruhumun dikenli yerlerini tamamen ayıklarsam geriye kalan o yuvarlacık, pırıl pırıl şey ben olmayacaktım. Eğer yok olmamdan korkuyorlarsa ben asıl o zaman yok olacaktım. Çantama bir polar daha tıktım.

Ertesi sabah 10’da Kafes’te buluştuk. Sıcak bir şeyler içip, biraz atıştırıp yola çıktık. Daha on dakika geçmeden Hasan İstanbul Yolu sapağını es geçince bir anda başıma geleceklerden korktum! :) Nasıl olduysa yön konusunda hiç çalışmayan kafam bir anda çalıştı ve bizi İstanbul Yolu’na çıkarmayı başardım. E5’te tempolu bir sürüşle Çerkeş ayrımına ulaştık. Burada kısa bir mola verdik.





Molanın ardından tekrar yola koyulduk ve tatlı virajlarda süzülerek Işık Dağı’na vardık. Yine kısa bir mola verdik. Molada Hasan’a ne kadar yolumuz kaldığını sordum. 15-20 dakikalık yolumuz olduğunu söyledi, ben de inandım :) Gel gör ki anayoldan ayrılıp kamp alanına giden stabilize yola girdiğimizde işler değişecek, o “yarım saat” neredeyse iki saat olacaktı!

Stabilize yolda Hasan önde, ben onun arkasında, Yusuf da benim arkamda gitmeye başladık. Bir iki viraj döndükten sonra yolun bembeyaz olduğunu gördüm. Zavallı iyimserliğimle yola un dökülmüş olduğuna hükmettim ve sırıtarak sürmeye devam ettim. Un sandığım şeyin kar olduğunu anladığımda yüzümde yine sırıtmaya benzer ama aslında bir ıkınma olan bir ifadeyle, Yusuf yolcu koltuğunda, sürmeye devam ettim :) Bir yandan da sürekli orada kalmayı, daha fazla ilerlememeyi düşünüyordum.

Derken işler daha da ürkütücü bir hal aldı. Karda sürmeye yeni alışmışken yer yer balçıklarla karşılaşmaya başladık.




Bir iki yeri ya Allah deyip geçtikten sonra bir yerde devam etmekten korktum ve durdum. Hasan gelemediğimi fark edip durdu ve yanıma geldi. Önce kendi motorunu sonra benim motorumu balçıkla kaplanmış yerden geçirdi. Ben bin dua ederek tekrar motora bindim ve sürmeye devam ettik. Kısa bir süre sonra ben yine yolun halinden korkup durdum. Hasan yine yanıma geldi. Benim beklememi, kendisinin yolun kalanına bakıp geri geleceğini söyledi.



Döndüğünde iki yerde sorun olduğunu, onlarda bana yardım edeceğini, kalanını ise sorunsuz gideceğimizi söyledi. Bir bölüm hariç yolun kalanını kendim gittim ama vücudumda kasılmadık tek bir kas, çalışmamış tek bir ter bezi kaldığını sanmıyorum. Aslında yolun kendisinde ciddi bir sıkıntı yoktu. Bu daha çok benim fobilerimle ilgiliydi. Bir yerde Hasan’ın başına bela olmuş olmaktan ve bu saçma korkularımdan hala kurtulamamış olmaktan o kadar utandım ki kendime “Yeter artık, korkma ver gazı! Giden motor düşmez!” gibi gazlar vererek kaptırıp gittim. Her şeye rağmen o yolu kat etmiş olmak büyüleyiciydi! Öte yandan, ertesi gün aynı yolu nasıl gideceğimi düşünerek kaygılanmaktan da geri duramıyordum.

Sonunda kamp alanına vardığımızda bizi neşeli bir kalabalık karşıladı. Dağcı ekip çoktan kamp kurmuş, çay kahve içip laklak etmeye başlamıştı. Bir süre onlarla hoşbeş ettikten sonra çadırı kurduk ve eşyalarımızı yerleştirdik.










Ardından da hemen yürüyüşe çıktık. Yola çıkmamızdan kısa bir süre sonra güneş yerini aya bırakmıştı bile. Doğada zaman geçmiyor. Bu bir şikayet değil, sadece minnet! Büyük şehirdeki küçük hayatlarımızda hiçbir şeye doğru dürüst vakit yetiremezken, doğada her saniyenin tadını alabildiğine çıkarabilmek mümkün. Bana aylar kadar uzun gelen 2-3 saat boyunca ormanın ıssızlığı içinde yürüyerek çok keyifli bir sohbetin tadını çıkardık. Yanımızda hiçbir ışık kaynağı bulunmaksızın, sadece ay ışığına güvenerek, sanki dağda doğmuşuz gibi, sanki bizi kozalaklar emzirmiş gibi bir aşinalıkla yürüdük durduk.








Yürüyüş yaptığımız yol, geldiğimiz yola kıyasla daha iyi durumdaydı. Araç seslerinin gittikçe yaklaşıyor olmasından ötürü de anayola yaklaştığımızı düşündük. Dönüşü bu yoldan yapmayı denemeye karar verdik.

Kamp alanına döndüğümüzde migrenim tutmuştu ve kendimi çok kötü hissediyordum. Ağrı kısmı çok önemli değildi ama öyle giderse birazdan kusmaya başlayacaktım ve bu sabaha kadar sürecekti. Hava inanılmaz soğuktu. O an kendimi gerçekten çok kötü hissediyor ve gecenin kalanıyla ilgili ciddi endişeler taşıyordum. Hasan’ın burnundan getirmemek için bir süre daha kuyruğu dik tutmaya çalıştım ama sonunda pes ettim. Ben çadırın içinde tüm suratsızlığımla, panik halde otururken Hasan tarhana çorbası yapıyor ve neşeli hikayeler anlatıyordu. Ben de oturup mide bulantımı dinlemek yerine onun anlattıklarına konsantre olarak kafamı dağıtmaya gayret ettim. Hayatta her zaman sana güç verebilecek, varlığıyla içini rahatlatacak birilerine ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anımsadım. İlacın ve muhteşem çorbanın etkisiyle kendime geldim ve kendimi öncekinden bile daha güçlü hissettim. Bu gazla Hasan’ın yeniden yürüyüşe çıkma teklifini kabul ettim.

Bu kez başka bir patikaya yöneldik ve ormanın içinde yine 2-3 saatlik çok güzel bir yürüyüş yaptık.

Yeniden kamp alanına döndüğümüzde saat 22.30’du. Her yer buz tutmuştu. Kahve yapıp biraz ısınmaya çalıştık. Birkaç fotoğraf çektik.







Çadırımız yazlıktı! Hatta yazlık bile denmez, cibinlikten farksızdı! Dolayısıyla tek umudumuz tulumlarımızdı. Uyumaya karar verip tulumları hazırlarken Hasan iki tulumun da – 12’lik olduğunu ama birinin biraz daha iyi sardığını, daha çok ısıtacağını söyleyerek o tulumu bana vermeye çalıştı. Bense hem feminist damarım tuttuğundan hem de Hasan fedakarlığının bedelini titreyerek öderken mutlu mutlu uyuyamayacağımdan bu teklifi reddettim. İlk 15-20 dakika sadece ürperiyor ancak çok üşümüyordum. Ancak sonrasında iyiden iyiye titremeye başladım. Hasan bunu fark etmiş olacak, 5-10 dakikada bir iyi olup olmadığımı soruyor ve tulumları değişmeyi öneriyordu. Her defasında iyi olduğumu söyleyerek 10.30 – 04.30 arasını aralıksız titreyerek ve kendime bildiğim tüm küfürleri sayarak geçirdim. Hasan 04.30’da yine uyandı ve iyi olup olmadığımı sordu. Bu kez tulumları değişme teklifine hayır diyemedim. Tulumları değiştirdik. Artık en azından titremeyerek ama hala çok üşüyerek uyuyakaldım. Dediğine göre Hasan da benim tulumla çok üşümemiş, umarım doğru söylemiştir.

Sabah 06.30’da dağcı grubun tekmilleriyle uyandık. Her çadırın sorumlusu birbirine günaydın diye bağırıyordu. Üşenmeden çadırlarına dalıp her birini çakıyla doğramak istedim! Zaten daha yeni uyumuştum ama şükür ki gece bitmişti. Sıcacık çorbalarımızı içerken yeniden sırıtmaya başlamıştım bile. Hasan’ın yaptığı kaşarlı yumurta da keyfimizi iyice yerine getirdi. Vakit daha çok erken olduğu için hem biraz yürüyelim hem de dün beğendiğimiz yolu bir daha kontrol edelim dedik. Yürüyüşe yeni başlamıştık ki yağmur başladı! Gerisin geri kampa dönüp toparlanmaya başladık. Hasan her zamanki iyimserliğiyle şarkı türkü söyleyerek kahve yaparken ben panik içinde çadırı toplamaya çalışıyor ve bir yandan da yağmur artar ve yollar tamamen balçıkla kaplanırsa traktör bulup bulamayacağımızı falan düşünüyordum. Yarı belime kadar çadırın içine gömülmüş, onu bunu paketlerken sırtıma birkaç damla su sıçradı. Önce Hasan suyu döktü falan diye düşünerek sallamadım. Damlalar artınca çadırdan çıktım ve kar yağdığını gördüm. Hasan’la önce gökyüzüne sonra birbirimize bakıp kahkahalarla gülmeye başladık. Yapabilecek başka hiçbir şey yoktu! İçimden “şeytan azapta gerek!” diye geçirdim ve uzun süre güldüm. Acele etsek de toparlanmamız epey vakit aldı. O sırada kar durmuş ve keyiflerimiz biraz yerine gelmişti. Ancak bu kez da hava ısınıyordu ve eriyen karların geride bırakacağı çamurla yüz yüze gelmiştik. Oyalanmadan yola koyulduk ve benim önerimle önceki gece yürüyüp beğendiğimiz yoldan aşağı süzülmeye başladık.



Yine kaygılı olsam da önceki güne göre daha rahat sürdüm ama balçıkla kaplanmış yerlerden yine de ayaklarımı kullanarak geçtim. Bu kez yolun tamamını kendim gittim. Bir yandan da bildiklerimi uygulamaya çalışıyordum. Kalçanı geriye al, tankı bacaklarınla sar, ellerini rahat bırak, gülümsemeyi sürdür, ön freni aklından bile geçirme, vb. Ancak botlarım çamur içinde olduğundan ayaklarımı peglerde tutmak bile çok zordu. Son virajı da aldıktan sonra anayol göründü. O an kendimi ne kadar rahatlamış hissettiğimi tarif edemiyorum. Artık ne yolun kalanındaki virajlar, ne yokuşlar, ne yağmur, ne çamur, hiçbir şey umurumda değildi. Tüm o zor anları başarıyla atlatmış, cebime harika anlar ve anlatmanın sadece değerini eksilteceği fotoğraf kareleri doldurmuştum. Ne Işık Dağı’nda beni kovalayan boğa :), ne dağın virajlarında kıvrıla kıvrıla inerken, zaten kabak olan tekerin boşluklarına dolan çamurun etkisiyle motorun sürekli geziyor olması beni ürkütmedi o andan sonra… Çok sevdiğim bir Zen deyişi vardır: Zen zihni başlangıç zihnidir. Sonradan zihnimize giren korkular, yasaklar, günlük arzular, hırslar, yargılar yoktur Zen zihninde. Bir bebeğin doğduğu andaki zihni gibidir. Ya da bir aşkın henüz kirlenmeye başlamadığı zamanlardaki zihnimiz gibidir. Sadece anlar vardır. İşte o anlar benim için öyleydi.



Işık Dağı’nda baraja yukarıdan bakan bir yerde mola verip kahve içtik ve fotoğraf çektik.






E5’e çıktıktan sonra ben öncü oldum. Mola verecek düzgün bir yer ararken yağmur başlayınca ben gaza asıldım ve Ankara’ya kadar hiç durmadım. Tempolu bir sürüşle kısa sürede Ankara’ya vardık. İstanbul Yolu’nda bir benzinlikte durup birer kahve içtik. Birbirimize teşekkürlerimizi sunduk ve benzer etkinlikleri tekrarlamayı hayal ederek ayrıldık.

Hasan kardeşim, yanımda olmasaydın böyle bir hikayeyi, hem de tüm bu güzellikleriyle yaşayamayacaktım. En sıkıntılı zamanlarımda bile gülümseyerek sunduğun dostluğun için minnettarım. Umarım bu dostluk daim olur ve daha nice güzel anılar biriktiririz.
-