25.12.12

Yan Yan Güneydoğu'ya

Benim guşganam: Geleneksel Beypazarı evlerinde, en üst kattan yukarı doğru uzayan, "guşgana" ya da "çantı" adı verilen bir bölüm bulunur. Genellikle tamamlanmadan bırakılan bu bölüm dışarıdan bakıldığında yarım kalmış bir inşaatı andırır.  Bu bölümün yarım bırakılmasının amacı, Azrail geldiğinde ona "benim daha bu dünyada yapacak işlerim var, beni alma!" mesajı vermektir. 

Ben de böyle içi boş bir yazının başlığını atarak kendi guşganamı inşa ediyorum.


3 senedir olduğu gibi, bu sene de yılı evimden uzakta bitireceğim. 


Tahtırevanla yaptığım İstanbul turunun ardından tamamen battığım kesinleşince, Güneydoğu'ya yan yan gitmeye karar verdim.


Bu bölgeyi görmeyi yıllardır çok isterdim. Oraları ne zaman düşünsem gözümün önüne hep sepya fotoğraflar geliyor. Çocukların yüzleri ve saçları, Harran evleri, taş çarşıları, toz bulutları, bozkırlar, hayalimde ne varsa hep sarı ve kahverenginin olasılıklarında. Belki kış olduğu için üçüncü renk de beyaz olacak. 


O renklere bulanmaya gidiyorum.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------


16.8.12

ANNEDEN BABAYA SOLO MOTOSİKLET TURU



  


1. GÜN: ANNEDEN ANTALYA’YA

Aslında böyle bir plan yoktu. Maddi sıkışıklık sebebiyle yaz tatilimde evde kalacak ya da düşük bütçeli bir Avanos kaçamağı yapıp, günlerimi torna başında, çamura bulanarak geçirecektim. Son dakika değişiklikleriyle kendimi ilk durağı Antalya, son durağı babam (Urla) olan, solo bir motor gezisi planlarken buldum.

Bavul hazırlama sürecinde misafir çocuğumuz Fifi paralarımı yiyip, eşyalarımı karıştırarak, Furby de melül melül bakarak bana çok yardımcı oldular, sağ olsunlar :D




























İlk kez bu kadar uzun bir solo gezi yapacağım için biraz tedirgin ama bu yıl motora çok az binebildiğim için mutlu, sabah erkenden düştüm yola.

1-2 ay önce Antalya’ya Afyon üstünden çok rahat gelmiştim ama gugıl mepste rota bakarken Isparta üstünden daha yakın dedi. Fena bir sürede gitmedim ama niyeyse yol bitmek bilmedi. Oflaya, puflaya, yorgun, uykulu, aptal bir biçimde yolu bitirmeye çalışıp, nihayet Konyaaltı’nda kalacağım pansiyona attım kendimi. Hayatımın en uyuz motor yolculuğuydu. Niye o kadar bunaldım bilmiyorum.

Eşyaları pansiyona bıraktığım gibi sahile gittim. Her yer insan kaynıyordu. Her yerden bangır bangır müzik sesi geliyordu. Ben anlamıyorum. Tatil deyince illa böyle rezil bir curcuna mı yaşamak zorundayız? Tüm turistlerin beklentisi “gel gel acımıycak” diye hoplayan hoparlörler eşliğinde patates kızartması yiyip tavla oynamak mı? Hırrrrrrr! Hele şu Antalya’nın çıplak et bağımlısı olmuş iğrenç herifleri yok mu! 




























Sahil “sefasından” sonra bir yerde karnımı doyurdum. Yemeği yedikten sonra iyice depresif hal çöktü mü üstüme! Bari gideyim yatayım diye pansiyona attım kendimi.

Bu arada, geziye normalde kara kızımla (ER-6F) ile çıkacaktım. O bakımdan yeni çıktığı ve tekerleri yeni değiştiği için harika durumdaydı. Ancak çıkmadan 1 gün önce o motorun muayenesinin geçtiğini hatırlamam :D üzerine arı kızımla (Versys) çıkmak zorunda kaldım. Bu da bakımı gelmek üzere olan bir motor ve kabak lastikler anlamına geliyordu :D Bu yüzden, Antalya’daki motor ustası Musa Usta ile temasa geçtim.





2. GÜN: ANTALYA’DAN GÖCEK’E

Sabah, sağolsun, bana kılavuzluk etmek için pansiyonun önüne kadar gelen Musa Usta ile beraber onun dükkana gittik. Beni tanımaz, etmez, ona rağmen o kadar çok ilgilendi ki, allah razı olsun. Motorun bakımını yaparken epey lafladık. Meğer Musa Usta 2 sene önce benim kara kız bozulduğunda Mehmet Binli’nin yardımıyla, onu misafir eden, sonra da Ankara’ya sevkiyatını sağlayan ustaymış. Kader bizi ikinci kez buluşturdu. Motoru mis gibi yaptı sağolsun.

Musa Usta sonraki duraklarım arasında Köyceğiz / Dalyan olduğunu öğrenince, orada Çetin Abi ve Cansel isimli arkadaşları olduğunu, onlarla temasa geçmemi söyledi. Yok, zahmet vermeyeyim falan derken kendimi bir anda Çetin Abi’yle telefonda konuşurken buldum. Dünya tatlısı bir insandı. Yüz yüze tanışamadık ama hem telefon görüşmemiz, hem Cansel’den dinlediklerimle onu çok sevdim. Çetin Abi beni hikayesini birazdan anlatacağım Cansel’e ulaştırdı ve Cansel Köyceğiz’e gittiğimde mutlaka onda kalmamı söyleyerek beni tüm sıcaklığıyla davet etti.


Bu gelişmelerden sonra, Göcek’e doğru yola çıktım. Zaten yolculuğu hiç sevmediğim Antalya’dan başlatmamın tek sebebi o muhteşem sahil yolunu yapmaktı. Kendimi önceki güne göre ruhsal olarak da çok iyi hissettiğim için, sırıtarak yola düştüm. Tek uzun molayı Beymelek’te verdim. Yolda çok çabuk beliriveren yorgunluk ve uyku hariç bir sıkıntı yaşamadım çok şükür. Bu duruma canım sıkıldı ve şaşırdım. Bir günde 700-800 km yapmaya, 16-17 saat motor sürmeye alışık bir insanken bu gezide neden bu kadar çabuk güçten düştüğümü bir türlü anlayamadım. Ne yazık ki bu durum gezi boyunca devam etti.

Sonunda ilk kez göreceğim Göcek’e varıp, Antalya’da kaldığım korkunç yerin yanında cennet bahçesi gibi kalan Doğan Apart Otel’e yerleştim (Apart oda 100 TL idi, 85’e kaldım). Sıcaktan gebermiş, bitik motorcu görüntüleri:




















Göcek bir liman beldesi olduğundan, denize girmek için garip süreçlerden geçmek gerekiyor. Benim öğrendiğim 4 yüzme seçeneği var: 1- Belediye plajı, 2- 12 adalar turu (manzaralar muhteşemmiş ama turist pisliğine dair kaygılarım ve zamansızlık sebebiyle katılmadım), 3 ve 4 – Özel “beach”ler. Ben tesisin özel botuna binerek bu özel sahillerden birine (Upper Deck Beach Club) gittim. Tesise giriş 20 TL idi ama beni üzmedi. Çok hoş, huzurlu bir yer yapmışlar. Gerçekten rahatladım, dinlendim ve mutlu oldum. Burada en iyisi sözü fotolara bırakmak sanırım.





Deniz sefası bittikten sonra içinde mutfağı, salonu, banyosu, yatak odası olan sevimli apartıma dönüp kaynar suyla duş aldım. (Evet çok sıcak olsa da çorba içmekten ve sıcak suyla duş almaktan geri durmayan biriyim!) Artık kısa saçlı olmam sebebiyle sırıtarak aldığım mini boy Clear erkek şampuanıyla saçlarımı yıkadım. Bir süre sonra yüzümde sadece duş alıyor olmaktan kaynaklanmadığını anladığım garip bir ferahlık oldu. Ardından göz kapaklarımda bir serinlik ve uyuşma hissedince “buraya kadardı sanırım” dedim! :D Meğer şampuan mentollüymüş! Gözlerimdeki hissin etkisiyle uzun süre kendi kendime kıkırdadım :)

Odadan ayrılıp akşam gezmesine çıktım. Göcek Koyu’nun sonuna kadar yürüdüm. Göcek öyle bir yermiş ki, olması gereken her şey var, olmaması gereken hiçbir şey yok. Tam benim kalemimmiş gerçekten. Mini mini taş evler içinde dükkanlar, şirin, trafiksiz sokaklar, deniz taşlarıyla örülmüş kaldırımlar, limanın ışıkları, kıyı boyunca kaliteli ama mütevazi lokantalar, hafiften duyulan müzik, çömlekten yapılmış çöp kutuları... Uygarlık doğanın ırzına geçmeden, doğallığı ise sefaletle karıştırmadan, bir yer ancak bu kadar güzel biçimlendirilebilir. Kime borçluysak teşekkür ederim.

Gezimin ardından İkaros Restoran’ın muhteşem salata ve spagettisini yiyip, bir kadeh şarap içip, sevimli sokak itleriyle seviştikten sonra odama döndüm.




3. ve 4. GÜNLER: GÖCEK’TEN GİTMEYİ UMMADIĞIM BİR YERE, TANIMAYI UMMADIĞIM BİRİNE

Sabah kahvaltısından sonra Cansel’le haberleşip yola çıktım. 1 saati bulmayan bir yolculuktan sonra Köyceğiz’e varıp Cansel ve arkadaşlarıyla buluştum. Kısa bir tanışma sohbeti ve içilen çayların ardından Cansel’in evine geçtik ve akşama kadar evden hiç çıkmadık.

Cansel, hala inanamasam da, 47 yaşında, hayatının önemli bir bölümünü İstanbul’da geçirmiş, emekli olduktan sonra tek başına Köyceğiz’e yerleşmiş, İsveç’te okuyan bir kızı ve dünya güzeli iki kedisi olan, bisikletçi, dünya tatlısı bir hatun. Hediye insanlardan biri! Yabaninin teki olduğum halde beni evimde hissettiren, yaşamı ve insanları kucaklayışındaki ılıklığa hayran olduğum, çok güçlü olan ama bu gücü insanları örselemeden kullanmayı becerebilen, çok özel bir insan. Birlikte geçirdiğimiz kısacık sürede birbirimize yaralarımızı gösterebilecek kadar yakınlaştık, güvendik  ve sevdik. Umarım bu güzellik ve iyilikle birbirimizin hayatında hep var oluruz.



İlk gün akşama kadar evde çene çaldıktan sonra, akşamı göl kenarında rakı içerek taçlandırdık. Gece de makul bir saatte uyuduk.







Ertesi sabah benim katılmayı çok istediğim tekne turuna katıldık. Köyceğiz Gölü’nü, çamur banyosunu, Dalyan’ın sazlıklar içindeki labirentlerini ve kaya mezarlarını geçtikten sonra 2 saatlik yüzme molası vereceğimiz İztuzu Plajı / Dalyanağzı bölgesine geldik. Burada yer alan burunun bir yanı denize (İztuzu Plajı) bir yanı ise göle (Dalyanağzı) bakıyor. Dolayısıyla bir yanı tatlı, bir yanı tuzlu su. Burada biraz denize girip biraz aylaklık ettim. Sonrasında da Köyceğiz’e geri döndük. Göl kenarında biraz takılıp eve gittik.









Akşamı evde Cansel’in nefis “çıtırlı pilavını” :) ;) ve diğer yemeklerini yiyip rakı içerek ve tabi ki durmaksızın çene çalarak geçirdik. Kah hüzünlendik, kah gülme krizine girdik. Köyceğiz’de Ramazan davulcusunun yanında ramazan zurnacısı da geziyormuş ve sahurda “at kadehi elinden” gibi meyhane şarkıları çalıyorlarmış! :DDD




Uzun bir süredir tesadüflere inanmıyorum. Bir yerden “tanrı için tesadüf yoktur” diye bir şey duymuştum. Doğru. Bize tesadüf gibi gelen her şeyin bir anlamı ve gereği var belki.



Ben Cansel’in “tesadüfüydüm”, çünkü motor kullanmaya başlamayı planladığı, aklında bazı soruların olduğu bir dönemde, aklındakinin canlı bir örneği olarak karşısında belirdim. Belki çok özlediği kızının özlemini bir çimdik giderdim. Belki durmaksızın sorduğum, hayata dair garip garip bir sürü soruyla içindeki iyicil hazineyi benimle paylaşmasına ön ayak oldum. Bilmiyorum... Cansel benim “tesadüfümdü” çünkü hem kendisinin hem de sevgili kızının hikayesiyle göç etme, yalnızlık, iş hayatı, bağlar, amaçlar, gelecek gibi temaların muhteşem bir sorgulamasını yapmam için tam ihtiyaç duyacağım kişiydi. Ruhu benimkine benzeyen ama aklı daha pembe çalışan, karmaşalarımı dolaşmış bir yumak gibi önüne koyduğumda ipin ucunu sakince uzatıp bana veren bir insandı. Birbirimizin hayatına girmemiz tesadüf olabilir mi?



Gezinin Köyceğiz / Dalyan kısmını anlatmayı bitirirken bir de itirafta da bulunmalıyım. 2-3 sene önce bir motor gezisi sırasında çok beğendiğim bir yerde mola vermiştik. Ben orayı Köyceğiz diye hatırlayıp rotaya dahil etmiştim. Gitmek istediğim asıl yerin Kekova olduğunu Köyceğiz’de geçirdiğim 2 koca günün ardından ancak fark edebildim! !  :D  Ulan ne cins hatunum! Gitmek istediğim yere gideyim derken kaybolur başka yere giderim. Kaybolmam, yolu doğru bulurum, ama orası gitmek istediğim yer olmaz! :DDD  Neyse, iyi ki böyle bir hata yapmışım da hem Cansel’i tanıma hem de o günlerde aklımda gezen soru işaretlerini değerlendirme fırsatını bulmuşum. Zaten yolu şaşırmam da tesadüf değildi, değil mi?...





5. GÜN: KÖYCEĞİZ’DEN CENNETE

Cansel’le ettiğimiz keyifli kahvaltıdan sonra, onu sulu gözlerimle arkamda bırakarak Bozburun’a doğru yola çıktım.

Ben Köyceğiz’deyken arka arkaya 2 motor kazası haberi almıştık. Özellikle bir arkadaşın durumu çok ciddiydi. Hem iki arkadaş ve yakınları için çok üzüldüm, hem de ertesi gün yola çıkacağım için ister istemez gerildim. Ama yolun muhteşemliği sayesinde üstümdeki tatsız hal çok kısa bir süre içinde kayboldu.



Marmaris – Datça Yolu bir süre sonra benim iki farklı aşkıma doğru çatallanır: Datça Yarımadası ve Bozburun Yarımadası. Datça’ya çocukluğumdan beri olan aşkım zaten herkesçe malum. Bozburun Yarımadası / Hisarönü Körfezi de yeni aşkım sayılır. Orhaniye - Selimiye – Bozburun üçlüsü, çok ünlü bir ressamın birbirine benzer 3 muhteşem manzara çalışması gibidir. Sırayla her bir koy kendi muhteşem güzelliğini teşhir eder. Siz de güzel, virajlı yollarda, o manzaraya karşı koyup gözünüzü yolda tutmak için insanüstü bir çaba sarf ederek ilerlersiniz.

Bu tasvirden sonra Köyceğiz – Bozburun arası 3 saatlik yolu fark etmeden molasız gitmiş olmama şaşırmazsınız sanırım. Ben şaşırmadım. Bozburun’da her zaman kolayca bulabileceğiniz ucuz pansiyonlardan birine yerleştim. Bir yerlerde bir şeyler atıştırıp, yürüyüş yapıp, orada burada aylaklık edip, sahilde bira keyfi yaparak akşamı ettim. Ertesi gün için babama mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışacağım uzun bir rota planladığımdan, erkenden istirahate çekildim.












6. GÜN: BOZBURUN’DAN ÖZDERE’YE



Sabah makul bir saatte Bozburun’dan ayrıldım. Yola çıkarken nereye kadar gideceğim, nerede kalacağım, hangi yoldan gideceğim gibi tüm konular belirsizdi. Tek amacım Urla’ya, ertesi gün babam ve ablamla buluştuğumda dinç olmamı sağlayacak kadar yaklaşmaktı. Gezinin başından beri her kırmızı ışıkta biri arkadan çakar mı ya da meyilli bir yere denk gelip motoru devirir miyim korkusu yaşamaktan o kadar bezmiştim ki otoyoldan gitmeyi tercih ettim. İlk günkü olumsuz ruh halime çok benzer bir halle 7 saat yollarda debelendikten sonra, kendimi Özdere’de bir otele tam anlamıyla “attım”. Otel civarı ve sahilde sıradan bir gün geçirip, kendimle ilgili şaşırtıcı izlenimlere kapıldım. Sanırım ben yalnızlığı eskisi kadar sevmiyorum artık dedim kendime, yüksek sesle söylemekten korkarak. Acaba motora binmeyi de eskisi kadar sevmiyor olabilir miyim dedim, daha da kısık ve ürkmüş bir sesle. Denize de, dedim, eskisi kadar sevdalı değilim belki de... Belki de yine depresif günümdü, bilmiyorum. Umayım ki öyle olsun.



.
























Akşam erken saatte çift kişilik yatağıma su kenarındaki camış gibi devrilip, yan taraftaki kampingden gelen lanet olsası canlı müzikle saat 1’e kadar falan boğuştuktan sonra sızmışım.




7. ve 8. GÜNLER: ÖZDERE’DEN BABAYA VE ABLAYA

Sabah Özdere'den Urla'ya doğru yola çıktım. İçimde uzun zaman sonra göreceğim babam ve benden önce vardığını haber alıp iyice heyecanlandığım bacımla buluşacak olmanın heyecanı ve neşesi vardı. Kısa bir yolculuktan sonra limana vardım. Canlarımla biraz hasret giderdikten sonra babam, tekneyle açıldığımızda limanda güvende olmayacağını düşünerek, motoru bir arkadaşının evinin bahçesine koymamızı teklif etti. O arada ben çoktan soyunup dökünmüş olduğum için, üstümde şortla yola düştüm. Zaten kafamda "ulan kaç km yol yaptık, şimdi üstümde pantolon falan yokken düşüp dizleri patlatmayayım, gezinin sonuna kadar geldim, şimdi durup dururken kötü bir hikaye yaşamayayım" falan gibi uğursuz düşüncelerle, titreyerek sürüyordum. Bir de yolun rampa, mıcır, toz, toprak falan olduğunu görünce içimdeki acemi ve ürkek motorcu reenkarne oldu! :DD Yolun ortasında zart diye durup motoru babama ittirdim :DDDD  Babama o dakikaya kadar yaptığım tüm karizma, fil kakası gibi yere yuvarlandı :DD 

N'apıyım abi, benim de böyle kötü bir huyum var. Bir sürü zor, tehlikeli yoldan geçerim, bir yerde gözüm korkar, oradan beni kimse 1 metre daha götüremez. :D

Neyse işte... Motoru babamın arkadaşlarına, karizmayı da toprak yola emanet ettikten sonra, 2 gün boyunca ihtiyaç duyacağımız şeylerin temini için koşuşturmaya başladık. Hazırlıklar tamamlanınca denize açıldık.



.





















Geçen yıl da gecelediğimiz Engeceli Koyu diye nefis bir koya gidip, geceyi orada geçirmek üzere  demirledik.

Her zamanki gibi 15 dakika boyunca uzun uzun sohbet ettik :D ve sonra herkes keyifli bir sessizliğe büründü. Denize girdik çıktık, güneşlendik, keyif yaptık. 

Akşam rakı soframızı kurup, kimsenin olmadığı bir koyda, dalga sesleri eşliğinde keyif çattık. 



















.





























9. GÜN: BABADAN ANNEYE

Ertesi gün yine koyda deniz, güneş, alkol keyfi yaptıktan sonra akşam saatlerinde limana geri döndük. O geceyi limanda rakı ve sohbetle geçirdik.

Urla - Ankara, geziyi planlamaya başladığım ilk andan beri gözümü korkutan bir etaptı. Hem yolun uzunluğu hem de otoban giriş çıkışlarında hata yapıp yanlışlıkla İzmir'in içine girme endişesi canımı sıkıyordu. Bunun etkisiyle olsa gerek, ertesi sabah erkenden uyanıp yola çıktım. 

Bir yerde yanlış yöne dönüp otobanda ters yönden geri dönmek zorunda kalmam ve bir yerde zorunlu olarak trafiğe girmem dışında başlangıç kısmını korktuğumdan daha iyi atlattım. Yalnız o trafiğe girdiğim yolda asfaltta hiç pürüz kalmaması sebebiyle ayaklarım sürekli kaydığı için ecel terleri döktüm. Zaten motor yüksek olduğu için ayağım zor basıyor, bir de kaygan zemin olunca inanılmaz stres yaratıyor. Bir yerde halime bir baktım, elim ayağım zangır zangır titriyor, kayıyorum, trafik dur kalk dur kalk ilerliyor, böyle giderse kesin devrileceğim, en azından böyle belki bir şansım olur diyerek, güvenlik şeridinden güç bela ilerlemeye karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Zor da olsa yolun büyük kısmını öylece kurtardım.

Ne yalan söyleyeyim, bu kadar uzun bir yolu, çok sıcak bir havada, üstelik tek başına gelmek epey zordu. Özellikle Uşak'tan sonra başlayan lanet bir rüzgar beni mahvetti. Hızımı çok düşürdü, dengemi bozdu, dikkatimi dağıttı, yordu ve tedirgin etti. Yine de, tam planladığım gibi, Özbek'ten çıkışımdan yaklaşık 10 saat sonra huzurlu yuvama ve sevdiklerime kavuştum.

En büyük hayalimi beklentimden çok daha önce, 25 yaşımda gerçekleştirmeme izin verdiği, senelerdir tüm motor seyahatlerimde yaptığı gibi bu seyahatim boyunca da beni koruyup kolladığı, "allahım n'olur  orada kırmızı yanmasın, n'olur şu arkadan gelen bana çarpmasın" gibi tüm naçar dualarımı kabul ettiği ve bana motor kullanabilecek sağlıklı bir vücut verdiği için tanrıya şükürler olsun.

Bugüne kadar kendilerinden öğrendiklerimin hakkını hiçbir şekilde ödeyemeyeceğim, sürüşüme yaptıkları katkılarla fark etmesem de belki hayatımı birçok kez kurtarmış olan sevgili abilerime, dostlarıma ve eğitmenlerime de sonsuz teşekkür ederim. Tanrım sizleri de korusun.