10.8.10

Motosikletle kuzeyden güneye, mini Türkiye turu

"KALDIM DUMAN İÇİ DAĞLARDA..."

--
"Motora binmeyi, sıkılınca yapılacak işler listesinde değil de yaşadıkça yapılacak işler listesinde tutanlarız biz" - Htong

ben mi? evet...

bir gün çıkıp gideceğim kapıları, evleri, dergileri, hüzünler bırakarak...
bir çiçek merhaba diyecek...
hoşgeldin diyecek dağ...
orman gülümseyecek...


anımsayışların, bekleyişlerin, ümitlerin ya da ümitsizliklerin
hırsların, yarışların, tasaların kalktığı yerde
tam anlatının, salt anlatının kaldığı yerde başlayacak şiir...



hiç kimseye seslenmeyen, kendi kendine yeten sadece...
kendi mantığı; kendi güzelliği içinde tutarlı...
ama halkın yaşantısı girecektir oraya, çünkü yaşayan büyük
bir şeydir halk...
deniz ve ufuk girecek, karınca yuvaları, gökyüzü, kozalaklar


ve kopuk ve artık hasetsiz bir aşk...
ani sevişmek denizle, koşulsuz, önyargısız, hesapsız...
yani uzanmak ve düşünmek binlerce yıl..
doğan, ölen ve yaşayan şeyleri...
doğumu, ölümü ve yaşamayı


yani dingin ve büyük olan herşeyi anlatmak...
ben mi? evet. çıkıp gideceğim bir gün...
tasasız, gözyaşsız, geride birşey bırakmadan ve birşey beklemeden
ilerde...
sadece yağmur sularından pırıl pırıl bir yürek
artık kendi kendinin anlamı ve nedeni olan bir yürekle...
A. Behramoğlu



Gitmeye bir kez aşık oldun mu kendini sürekli yol çizgilerini kovalayan biri olarak buluyorsun. Her hayalin dönüp dolaşıp bir yol haritasının üzerine damlıyor. Dostların da seni adam etmeye çalışmak yerine ellerini haritaya bir güzel sıvayan tiplerse hayatının bir yol hikayesine dönüşmesi an meselesi oluyor.





2009 kışının en motorsuz ve tatsız günlerinde işte bu rahatsız ruhlar bir araya gelerek yeni bir kaçış planı yapmaya başladılar. Transilvanya, Dalmaçya, Kuzey Kutbu derken giriştikleri hummalı çalışma, öngörülmesi mümkün olamamış bazı gelişmeler sebebiyle, deyim yerindeyse başka bahara kaldı. Hal böyle olunca yönümüzü Türkiye'ye çevirdik. Geçen seneden beri içimde kalmış olan bir Trakya rotası vardı. Buna ekibin diğer üyeleri de tamam deyince rota az çok belirlenmiş oldu. Sonrasına da hepimizin sevdiği bol kıvrımlı yollarıyla Ege ve Akdeniz'i ekleyince rotamız tamamen biçimlendi.



Fatong, Etong, Mutong ve ben Çatong grubun gediklileri olacaktık. İlk hafta Htong, ikinci hafta ise Batong ekibe dahil olacak; Catong ve Yatong bir günlüğüne, Futong da dört günlüğüne uğrayacaktı. Hazırlıklar da tamamlandı. Artık gaz verme zamanıydı.


Ankara – Kıyıköy

Gidip de dönememek, dönüp de bulamamak…


Gezgin ruhumu babamdan, sevdiklerime aşırı düşkünlüğümü anamdan almışım. Bu iki farklı malzemeden karılan bir hamur da tabii ki kusursuz olamıyor. Sabah erkenden uyanıp neşeyle hazırlanırken, sevdiklerimi uzun bir süre göremeyecek oluşumun hüznü de paçamdan sallanıyordu. Ne de olsa yola çıkıyordum. Olası bin türlü belanın hiçbirine değmeden kendime yol açmaya çalışacaktım; ama gerisini yalnız tanrım bilirdi. Ayrıca, arkamda bırakacaklarımı da tanrıya emanet etmekten başka yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Bu yüzden kaygılıydım biraz. Gidip de dönememek, dönüp de bulamamak var dedim içimden. İyice buruldum. Çocuklarla göz göze gelmemeye, annem uyanmadan kaçıp gitmeye gayret ettim. Başarılı olamadım.

Ekiple buluşunca üzerimdeki kara bulutlar biraz aralandı. Aradan gün ışığı, heyecan ve neşe sızdı. Kahveler içildi, son hazırlıklar yapıldı ve nihayet atlarımızı dehledik.




Benim için ara ara otobanda gazlamak sürüşü keyifli hale getirse de sanırım grubun kalanı için tatsız olan bir sürüşle İstanbul’a kadar gittik. İstanbul trafiği şeytan azabı, gevur eziyeti, cehennem ya da bu gibi başka şekillerde tanımlanabilir. Bir ara aklımı oynatacak gibi oldum. Ancak o keşmekeşten çıktığımızda bile neşemizi kaybetmemiştik.





Sonunda Kıyıköy’e ulaştık. Burada bize kısa süreliğine katılmış olan Catong ve Yatong ile buluşup iyice neşelendik. Tüm pansiyonlar ağzına kadar dolu olduğu için hepimiz başka yerlere dağıldık. Yerleştikten sonra akşam yemeği için sahili yukarıdan gören bir restoranda buluştuk. Dostlarla keyifli bir akşam yemeği yiyip rakıyı sohbetle sulandırdıktan sonra etrafı dolaşmaya başladık.







Kıyıköy hayallerimi gerçekleştirdi desem yalan olur. Sıcak, küçük, şirin bir yer beklerken fazlaca ihmal edilmiş, soğuk, beton, ruhsuz bir yerle karşılaştım. Üstelik, ilerleyen günlerde Trakya’nın diğer bölümlerinde de göreceğim üzere, sokak köpekleri de hep perişan, hep garibandı.





Öte yandan, şairin de dediği gibi, “ne kadar küçük dilimlersen dilimle, her işin en az iki yüzü var”. Köpeciklerin dramına inat, başka bir yerde de neşeli bir kalabalığın hoplaya zıplaya dans ettiği, bir düğün vardı. Neşeyi de kederi de birlikte yaşayan bir kültürden geldiğimizi hatırlatırcasına, genç yaşlı herkes en güzel kıyafetlerini giymiş gelmiş, payına düşeni tevazuyla cebine dolduruyor, verebileceklerini de cömertçe sunuyordu. Kızların sarı beyaz güzelliği, yaşlı kadınların yöresel kıyafetleri, önceden hiç duymadığım konuşma biçimleri bana Trakya’da olduğumu hissettirdi.


Düğünün tek kötü yanı kaldığım otelin önünde yapılmasıydı. Sözlerini “çok güzelsin gıcı gıcı kız” olarak anladığım garip bir şarkının eşliğinde saati bir buçuk ettikten sonra sızmış olmalıyım.





Kıyıköy – İğneada

Niagara’ya gelmeden solda…


İğneada’ya giderken çok güzel manzaralar eşliğinde Trakya’nın dar, virajlı ama kaliteli yollarında ıslık çala çala sürdük. Giderken Fatong bir ara grubu durdurarak çok güzel bir bahçe gördüğünü ve gidip bakmak istediğini söyledi. Bu kız ne zaman “şuraya gidelim” ya da “şunu yapalım” dese arkasından muhteşem bir hikaye geleceğini bildiğimiz için itirazsız, düştük peşine. Fatong’un gördüğü bahçe yüz dönümlük bir araziye yerleşmiş özel bir mülkmüş. Her yanda çiçekleri, ağaçları, süs havuzları, yemyeşil çimleriyle gerçekten cennet bahçesi gibi bir yerdi. Burada bir süre kendimizi kaybettikten sonra züğürt gezginler olarak yola devam ettik.







Bozcaada’daki Polente Feneri’ne platonik aşkımın başlamasından beri deniz fenerlerine özel bir yakınlık duyuyorum. Bu sebeple daha yola çıkmadan önce Limanköy’deki deniz fenerini görmeyi de kafaya koymuştum. Grubu Limanköy istikametine doğru ittirmemin sebeplerinden biri buydu. Ancak fenere girişin yasak olması sebebiyle bu hayalim gerçekleşemedi. Allahtan Htong bize bir yeri tarif ederken “Niagara Şelalesi’ne gelmeden solda” deyince hepimiz kahkahalara boğulduk da feneri unuttum.

Catong ve Yatong Edirne’ye devam etme planımız doğrultusunda bizimle gelmişlerdi. Ancak biz İğneada’yı çok beğendiğimiz için burada gecelemeye karar verdik. Bunun üzerine başka bir gezide birlikte daha çok sürmeye dair dileklerimizle birbirimizden ayrıldık.





İğneada’ya döndükten sonra hemen bir otel bulup yerleştik ve motorlara atlayıp gezmeye çıktık. Yeşillikler içinde çok güzel yollarda sürdük. Mola verdiğimiz Boztaş’taki kahvede tanıştığımız Bahar kardeşimiz içtiğimiz hiçbir şeyden para almayarak bizi hem onurlandırdı, hem mahçup etti. 



Buraya kadar gelmişken görmemek ayıp olur diyerek Dupnisa Mağarası’na gittik. Giderken durduğumuz yerlerde onlarca muhteşem kelebek gördük.



Mağara gerçekten çok güzeldi. O kadar kavrulduktan sonra serinliği bile yeterdi desem yeridir.



Malum yollar biraz taşlı topraklıydı. Sağolsun arkadaşlarımız tüm motorları tek tek sudan geçirdi.




Otele döndükten sonra kendimizi hemen denize attık. Sıcak su olmaması sebebiyle buz gibi birer duş alıp akşam yemeğimizi yedikten sonra kısa bir yürüyüş yapıp odalara çekildik.






İğneada - Edirne

Yollar daralır, içim genişler…





Bu grubu seviyorum. Millet yola girmeye çalışır, bu deliler yoldan çıkmaya! Bu günün çoğunda ham yol bile denemeyecek yollarda sürüş becerilerimizin ve nabzımızın sınırlarını zorladık. Daracık köy yollarından gittik. Cross motorlarla bile zor gidilecek parkurlarda, gevşek mıcırlarda, taşların toprakların üstünde tepindik durduk. Bazı yerlerde rampa aşağı öyle gevşek zeminlerde gittik ki, içimden “vitesi 1’e düşürmek hiç bu kadar zor olmamıştı!” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Ne fren tutuyor, ne vites küçültebiliyorsun, öyle yollardan geçtik. Her zamanki gibi buna değdi. Özellikle Dereköy’e giden yolda, yanımızda yöremizde yeşilliklerden başka bir şey yokken, doğanın olağanüstü ıssızlığı içinde sürdüğümüz anların keyfini, o sessizliğin yoğunluğunu unutamıyorum. Buralarda Bulgaristan’ın dibinde gezip durduktan sonra vardığımız Karaabalar köyünde tanıştığımız amcanın dediği gibi “burası Türkiye’nin sonu”ydu.




Bu maceranın sonunda Edirne’ye vardık. Burada sonraki günlerde tadımı epeyce kaçıracak olan garip bir hastalık beni yoklamaya başladığı için keyfim pek yerinde değildi. Ama yine de Meriç Nehri ve kollarının oluşturduğu olağanüstü manzaralar, nehrin üzerindeki köprüler, şehrin yaşanmışlığı ve zenginliği gerçekten görülmeye değerdi.









Yürürken bile kıyafetlerin üstünden dahi sokmayı başarabilen dev sivrisineklerle boğuşarak da olsa şehrin rengarenk sokaklarını gezdik. Karnımızı doyurup birer yorgunluk kahvesi içtikten sonra odalarımıza çekilip kendimizi uykunun huzur veren kollarına bıraktık.




Edirne – Ayazma

Kaz Dağları’nda bir yolunmuş kaz...


Otelde rahat bir gece geçirip güzelce uyuduktan sonra sabah erkenden kalktık. Htong’un motorundaki bir sorun sebebiyle sanayide olacak olmasını fırsat bilip Edirne sokaklarına aktık. Selimiye Camii’nin haşmetine ve şaşırtan zerafetine tanık olduk.







Eski Camii’nin içindeki dev yazılara, desenlerin ilginçliğine şaşırdık.






Türk kahvelerimizi yudumlayıp Htong’la buluştuktan sonra yolcudur Abbas deyip motorlara atladık ve Kaz Dağları’na doğru sürmeye başladık. Molada tanıştığımız Hilmi Bey’den Ayazma’da kalmamız yönünde tavsiyeler aldık.





Eceabat’a vardığımızda feribot kalkıyordu. Bu sebeple sonraki feribotu beklemek zorunda kaldık. Uzun saatlerdir sıcakta yorucu bir sürüş yapıyor olduğumuz için bu mola pek de canımızı sıkmadı açıkçası. Motorları ve çantaları :) feribota yerleştirdikten sonra yerlerimize yerleştik. Keyifli bir yolculuğun ardından günler sonra ilk kez ayaklarımızı Anadolu toprağına bastık.








Yeşillikler içinde, virajlı yolları izleyerek Ayazma’ya vardığımızda çoktan akşam olmuştu. Bizi neşe içinde karşılayan Minik isimli köpecik neşemize neşe kattı. Su sesleri içinde, Kaz Dağları’nın muhteşem havasını soluyarak keyifli bir akşam yemeği yedik. İşte benim için gezinin en zor gecesi de böylece başlamış oldu. Gece çok rahatsızlandım. Sabaha kadar tuvaletle yatak arasında gidip geldim. Sabah uyandığımda yataktan kalkamayacak kadar güçsüz hissediyordum. Tatsız bir hastane ıvır kıvır sürecinden sonra otele geri döndük. Hastalığım sebebiyle arkadaşlar da yola çıkmadılar. Sağolsunlar hem hastanede hem de otelde benimle çok yakından ilgilendiler, çok kahrımı çektiler. Hepsine minnet ve şükran duyuyorum. Nihayetinde, dünya güzeli Ayazma’dan aklımda kalan pek fazla güzel anım olamadı.





Ayazma - Ayvalık



Damla sakızı tadında...



Ertesi sabah kendimi çok iyi hissediyordum. Arkadaşlar her ihtimale karşın bir uzun ve virajlı, bir de kısa ve düz rota planlamışlar. Şansımı zorlayıp arkadaşların başına yeniden bela olmamak için kolay rotayı tercih ettim. Sağolsun Fatong da beni yalnız bırakmayıp o tatsız yolu benim için geldi. Üstüne üstlük bu sebepten bir de sağanak yağmur yedi. Yaklaşık iki saat boktan bir yağmurun altında, asfaltı kaplayan gölcüklerin üzerinde sürdük. Yazlık kıyafetlerin içine ve üstüne giydiğim battal çöp torbalarına rağmen bir ara donuma kadar ıslanmıştım.





Biz Sarımsaklı’ya girerken hava da epey açmıştı. Oteli ayarlayıp bize irtibat bilgilerini vermelerini beklediğimiz diğer ekipten gelen “otel ayarlandı” mesajına önce şaşırıp sonra bolca güldükten sonra arkadaşlar daha aydınlatıcı bir mesajla yüreğimize su serptiler: “otel Sarımsaklı’ya girmeden”. Sonunda oteli bulup, bana “heyecanlı mısın?” gibi abuk subuk sorular soran otel sahibinden de kurtulduktan sonra kendimizi plaja attık. Plajda ana, baba, torun, torba, tas, tarak, kısacası herkes ve her şey mevcuttu. Bir süre insanların deniz hallerini izleyip karnımızı doyurduktan sonra Cunda’ya geçtik. Burada ekibe Futong’un katılmasıyla neşemiz katmerlendi. Futong sakin, uyumlu ve sevecen kişiliğiyle, bizimle olduğu süre boyunca bizi kendisine hayran bıraktı.





Cunda’da biraz turlayıp çay, kahve keyfi yaptıktan sonra bir yerde oturup karınlarımızı doyurduk. O cuncunada günlerdir hayalini kurduğum sakızlı dondurmayı yemeyi unutmuşum. Allahtan Fatong’un aldığı sakızlı kurabiyeler vardı da, biraz Cunda’ya özgü bir şey yapmış olduk. Zaten Fatong olmasa ne yer ne içerdik, nerede yatar kalkardık bilmiyorum.




İsviçre çakısı gibi bir hatun kendisi! Yolda aç kalırsın, elinde ceviz, badem, incir poşetiyle gelir. Gideceğimiz yere varmadan oteli bulur, odaları ayarlar. Rota çizerken yapacağın saçmalıkları hemen fark edip “o yol bozuk, burası tatsız” gibi yönlendirmelerle seni hatadan döndürür. Sapağı kaçırırsın, arkandan hemen “dıt” diye bir ses duyulur. Gerçekten eşsiz bir dost ve yoldaştır Fatong.






Taksiyle geldiğimiz yolun dönüşünü tekneyle yapıp, kent yorgunu ruhlarımızı iyotla dinlendirdikten sonra, havuz başında bir şeyler içip bünyeleri uykuya hazırladık.





Ayvalık – Küçükbahçe

Tanrım ne kadar ıssızız...



Bu gün için niyetimiz yine her gün olduğu gibi en uzun ve kıvrımlı yolları izleyerek Karaburun’a varmaktı. Konaklamayı da Karaburun’da yapacaktık; ama hayat her zaman seni kendi yoluna sokuyor. Karaburun’a vardığımızda bizler aşırı rüzgardan dolayı havada uçuşan bira şişelerimizi yakalayıp biralarımızı yudumlamaya çalışırken, sağolsun Etong pansiyonlarla görüşmeye gitti.







Döndüğünde haberler pek iç açıcı değildi. İş başa düştü diyen Fatong Küçükbahçe’ye gitmeyi önerdi ve düştük yola. Dedim ya, bu hatun ne zaman bir şeye hadi dese arkasından harika bir şey çıkar. Trakya’daki Dereköy yollarından sonra, aşık olduğum başka bir yol da Küçükbahçe yolları oldu. Daracık daracık yollar. Etrafında alabildiğine ıssızlık. O ıssızlığın ortasında tanrısal bir şaka gibi gelen, karşılıklı konmuş iki tane kadife koltuk.







Hiç bilmediğimiz bir yer olan Küçükbahçe’ye vardığımızda Htong bizden ayrıldı. Onun gidişiyle gezimizin kahkahalarından ve çok keyif aldığım çılgınca rotalarından birazı eksildi. Umarım beraber yine yol yapabilir ve torunlarımıza anlatacak daha da çılgınca hikayeler biriktirebiliriz.

Küçükbahçe’ye vardığımızda bizi bakir sayılabilecek bir koy ve şirin bir pansiyon karşıladı. Biz üç hatun denize girip denizde türlü soytarılıklar yaptıktan sonra, kahkaha atarken ağzımıza dolan suları boşaltmak üzere sahile çıktık.









Akşam yemeğinde günlerdir özlediğimiz ev yemeklerine kavuşunca yemeklere o kadar iltifat ettik ki, arkasından kabarık bir hesap ödemek zorunda kaldık. Bunun için beylerden yediğimiz fırçalar da cabası :) Karaburun’da içilmesi adet olan viskiyi bu kez Küçükbahçe’de içip, keyifli sohbetler ettikten sonra uykunun davetini geri çevirmek olmazdı.





Küçükbahçe – Selçuk


Leyleği havada hiç böyle görmemiştik...



Küçükbahçe’den sonra yönümüzü Selçuk’a çevirdik. Yine daracık, virajlı yollardan, erimiş asfalt soslu lezzetli hairpinlerden geçerek, Mutong’un bir arkadaşının yerine gittik. Burada çimlere uzanıp biraz kestirdikten sonra nefis yemekler yedik. Selçuk’ta sakin bir akşam geçirdik. Dondurma yedik. Bira içtik. Sütunların üzerine yuvalanmış leylekleri izledik.





Selçuk – Bozburun

Bozdu bizi Bozburun!...


Sabah kahvaltımızı ettikten sonra Marmaris’e doğru yol almaya başladık. Marmaris yakınlarında ekibe Batong’un da katılmasıyla yüzümüz daha da güldü. Bozburun’a kadar acayip keyifli virajlarda yata kalka gazladık. Virajların keyfi bir yana, Orhaniye ve Selimiye’nin kuşbakışı görüntüleri de aklımdan sanırım hiç çıkmayacak.


Bozburun’a girer girmez olağanüstü bir manzara bizi karşıladı. Çarşaf gibi bir deniz. Minik bir liman. Açıkta yelkenliler. Uykumuzda fazla dönsek denize düşeceğimiz pansiyonumuz...







Zincir yağlama, motor boşaltma angaryalarını çabucak bitirip kendimizi tepetaklak suya attık. Denize biraz doyup yemeklere acıkınca, nefis yemekler yiyip okkalı bir hesap ödeyeceğimiz restorana gittik. Masanın keyfi yine çok iyiydi. Kahkahalar soframızdan hiç eksik olmadı. İyi ki Etong’u dinleyip oralara gitmişiz. Etong gerçek bir dost ve sevgi – saygı insanı olmasının yanında iyi bir gurme ve pazarlık uzmanı. Onun sayesinde gezi boyunca çok güzel yemekler yiyip, küçük paralar ödedik. Sabrı ve saygısıyla bizi her an mahçup etti. Bir de kedileri tekmelemese evliya olduğunu düşüneceğim :) Yalnız nasıl becerdiğini anlayamadığımız bir şekilde arılara arkadan çarpıyor. Hayvanın kendisini sokacağı yoksa da gidip iğnesine kafa atıyor :) (gözlüğe dikkat)


Yemekten sonra limanda şöyle bir turlayıp pansiyona geri döndük. Sahilde bira keyfi falan derken baktım deniz olağanüstü. E niye girmiyoruz? Yanımdakiler de benden daha akıllı tipler olmadıkları için bir anda kendimizi denizde bulduk. Yoğun idmanlarımız sonucunda Futong’la su balesi konusunda uzman seviyesine ulaştık. Ancak başarımızı kıskanan yerel ahaliden gürültü yaptığımız yönünde bir fırça yiyip, odalara girip sızdık.







Bozburun’u hepimiz çok sevdiğimiz ve gezeceğimiz yerlere de yakın olduğu için ertesi gün de orada kalmaya karar verdik. Ertesi sabah o gün deniz keyfi yapmayı ve dinlenmeyi tercih eden Fatong ve Futong’u arkamızda bırakıp, dört motor yola düştük. Yine haritada olmayan yolları izleyerek Söğüt üzerinden gidip, kendimizi hastası olduğumuz Datça yoluna vurduk. Bu yoldan en son Egefest sırasında, kısa bir zaman önce geçmiştik. Bu kadar kısa bir aradan sonra yeniden orada olduğum için çok mutluydum. Gerçekten sadece bunun gazıyla basmışım! Yoksa yol güzel değildi :P









Şaka bir yana, Datça’nın bendeki hatırası ve içimdeki yeri çok büyüktür. Dünyada Datça gibi kokan bir yer daha olamaz. Hele Karaincir yok mu? Oraların 20 sene önceki halini bilirim. Her adasına yüzmüşümdür. Her köşesinde çocukluk, ergenlik aşklarım kalbimi burmuştur. Dağlarında kamp yapıp, bulutlarının içinde yürümüşümdür. Çok severim Datça’yı.




Hem bu duygular coşup hem de yollar nefis olunca yata kalka Datça’ya vardık. Viraj dönmekten midemiz bulandı, başımız döndü! Mutong'un deyimiyle "viraj zehirlenmesi" olduk! :) Motordan indiğimde gerçekten salyamın aktığını fark ettim! Hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşıyorum. Kendi kendime o kadar güldüm ki utanamadım bile.

Geleneği bozmayıp Zekeriya’da yemek yedikten sonra Knidos’a devam ettik.






Knidos dönüşünde Mutong’un motor "hooop!" dedi. Haklıydı çocuklar. Günlerdir tangır tungur delik deşik yollar, mıcırlar, kumlar, çamurlar, taşlar, erimiş asfaltlar, stabilizeler derken canlarına okumuştuk. Mutong yine her zamanki heyecanlı haliyle ortalıkta koşuştururken, biz motordaki sorunu hallediverdik :) Şu paniği olmasa çok iyi adamdır Mutong. İnce bir ruhun, damıtılmış bir yaşama sevincinin adamıdır. Dostunu sırtında taşır, lokmasını verir.

Motor çalışmış olsa da hazır yakınımızdayken sanayiye uğrayalım dedik. Zincir yağı falan da alıp, gün batarken Bozburun’a geri döndük. O akşam çok sevdiğimiz Futong’un ayrılmasıyla hepimiz biraz burulduk. Odalara hapsolmak yerine şezlonglara kıvrılıp sabaha kadar deniz kenarında muhteşem bir uyku uyuduk.






Bozburun – Demre


Datça gibi kokmak...



Bozburun’dan ayrılıp Orhaniye’de Etong’un bir arkadaşının yerinde krallara layık bir kahvaltı ettik. Turun başından beri benimsediğimiz ucuz konaklama çabalarımızın etkisiyle yaşam standardımızın epey düşmüş olduğunu, porselen kahvaltı takımlarını ve tam yağlı peynirleri gördüğüm anki neşemden anladım :) Kahvaltıdan sonra Datça yolunu yeniden yapmaya karar verip yola koyulduk. Yol güzel olmasına güzeldi ama Batong’la benim benzinimiz bitmek üzereydi. Nitekim benzinliğe varmaya tam bir kilometre kala Batong’un benzini bitti :) Şu Batong garip bir adam doğrusu. O an bile gülmeyi başarıyordu. Zaten gülmek ona çok yakışıyor. Gülen yüzüyle somurtan yüzü arasında anatomik bir fark olduğunu iddia edebilirim. Hep gülsün inşallah...


Benzin sorununu hallettikten sonra Marmaris’e geri döndük. Sonra Demre’ye kadar korkunç bir sıcağın içinde, dilimiz kıçımıza yapışmış halde motor sürdük. Yolda bir yerde durup ayak yıkama, karpuz ve uyku molası vermeseydik o gün nasıl biterdi bilmiyorum.


Uyku deyince, bu gezi beni değiştirdi. Hiçbir zaman birilerinin yanında rahatça uyuyamayan, abuk subuk yerlerde tuvalete giremeyen ben, bunların hepsini en abuk subuk şekillerde yapabilmeye başladım. Belki bir gün tek bir sırt çantasıyla dünyayı gezen o tiplerden olabilirim.


Sıcağın etkisiyle perişanları oynayan zavallı bizler, Kaş taraflarında konaklayacak yer de bulamayınca Demre’ye kadar gittik. Daha fazla gitmek sakıncalı olacağı için gözümüze pek sevimli görünmese de Demre’de kalmaya karar verdik. Batong ve ben pansiyon aramaya koyulduk. Öğretmenevi’nde yer bulduk.


Demre’de pek hayat yoktu. Deniz kenarında bulduğumuz restoranımsı bir yerde geceyi geçirdik. Etong’un verdiği gazla hepimiz havaya girince, şarkı türkü gırla gitti. Kah güldük, kah hüzünlendik, ama çok derin bir akşam geçirdik Demre’de. Akşamdan beri uzaktan seyredip durduğum iki küçük dostumuzdan birisi Mutong abisinin kucağında tepetaklak uyuyarak bizi hem neşelendirdi, hem de terk edilmişliğiyle hüzünlendirdi. Ona kendisini terk edenlere çok kızmamasını söyledim. Bakacağını düşünerek aldığı el kadar köpeği hevesi geçince sokağa bırakan sahiplerinin, yarın bir gün karılarını, kocalarını, ana - babalarını, hatta çocuklarını da kapının önüne koyacaklarını anlattım. Mutong abisi neredeyse topcase’ye delik açıp, sıpayı da içine atıp getirecekti.



Demre – Adrasan


Deniz, sen de olmasan...



Demre’den kaçarcasına ayrıldık diyebilirim. Demre’den sonra yine haritada en kıvrım kıvrım, en ince ve tipsiz görünen yolları izleyerek epey süre dağ bayır gezdik.






Egefest’te yapıp hayran kaldığımız Elmalı yolunu yeniden yapma planıyla yola çıkıp alakasız yerlere gitmiş olsak da, yine de yollar çok güzeldi. Öte yandan Mutong’un lastiğinin patlaması, sanayide ter dökme, zaman kaybetme gibi bazı ufak aksilikler yaşadık.





Demre’den ve bu aksiliklerden sonra Adrasan ilaç gibi geldi. O kadar uzun süre denizde kalmasaydık kokumuz nasıl geçer, elimizin ayağımızın şişi nasıl inerdi bilemiyorum. Sıcakta sürmek gerçekten olağanüstü yorucu bir şey. Hele yolun son kısmında rampa aşağı yumuşak toprak, mıcır ve ziftle karşılaşınca mutluluğumuz katmerlenmişti doğrusu! Deniz sayesinde insana benzeyip yemeğe gittik. Yemeği yediğimiz yer ilginç bir yerdi. Islah edilmiş bir çayın üzerine bir sürü iskele yapılmış, üzerlerine masalar atılmıştı. Çok hoş bir ortamdı. Yemekler ve sohbet de gecemizi taçlandırdı.








Adrasan – Alanya


Ayrılmak ve kavuşmak...



Adrasan’dan sonra rota Alanya’yı gösteriyordu. Ancak Adrasan’dan daha çıkamadan Mutong’un lastik yine sorun çıkardı. Antalya’ya kadar götürmesi için dua ederek lastiğe hava bastıktan sonra, yolu kısaltmak için abuk subuk patikalardan tırmanarak anayola varmayı başardık. Antalya’da lastik tamir edilirken biz de midelerimizi pideyle tamir ettik. Fatong ve Etong daha insani bir yoldan Alanya’ya gitmeyi tercih ettiler. Batong, Mutong ve ben ise kendimize hayvani bir yol seçmişiz. Aslında biz virajlarında tatlı tatlı tepineceğimiz bir yol ummuştuk; başta da tablo gerçekten öyleydi. Sonra nasıl olduysa arka arkaya garip garip yol ayrımları başladı. O sırada adamın birini durdurup yol sorduk. Biraz ürkütücü bir tipe sahip olan adam, “Şuradan gidin, buradan sapın, ama ilerde solda köye inen bir yol var, o yola sakın girmeyin” dedi, gazladı gitti. Bir süre birbirimize bakıp, o yola neden girmememiz gerektiğiyle ilgili korku filmi senaryoları yazıp devam ettik. İleride köye inmeyen yol çok bozuk olduğu için, mecburen adamın girmeyin dediği yola girdik. Bir süre sonra yolun kenarına atılmış banklarda oturan yerel ahaliyle karşılaştık. Orada dinlenen adamlar vardı ama etrafta ev falan yoktu. Üstüne üstlük, adamlarda hipotiroidik bir angutluk vardı sanki. İçlerinden sadece birinin diğerlerinden ayırt edilir ölçüde konuşkanlığı ve neşesi vardı. Diğerleri ise sessiz ve donuk yüzlerle bize bakıyorlardı. Hikaye gittikçe boka sarmaya başlamıştı. Yol tarifi istediğimiz sorulara verdikleri “siz moturcusunuz, siz gidersiniz”, “macera istemiyonuz mu zaten?” gibi cevaplardan da huylanmayıp devam ettik. Bu arada, “sağdan sakın gitmeyin” yönündeki uyarılarına da ya kulak asmadık, ya astık da belamızı bulduk, tam bilmiyorum ama kendimizi birden ham bir yolun üstünde motorları devirmemeye çalışırken bulduk. İşin kötüsü yol gittikçe boka sarıyordu. Zaten cross gibi davranması için çok zamandır gırtlağını sıktığım zavallı sport-touring (Mutong’un deyimiyle Feysing :)) motorum da artık isyan etmek üzereydi. Bu yüzden öndekilere korna çalıp durdum. Benden kısa bir süre sonra Mutong da durdu. Ama yeni oyuncağını her koşulda denemek isteyen Batong kaptırdı gitti. Bekle gelmez, bekle gelmez, telefon edelim dedik ama telefon çekmiyor. Peşinden gidelim desek motorlar gitmiyor. Sonunda motoru bırakmış, peşinden yürümeye başlamıştık ki geri döndü. Tam yolun geyiğini yaparken silah sesleri falan duyulmaya başladı. Bizim hikaye iyice Amerikan gençlik filmiyle korku filmi melezi bir şeye dönüşmek üzereyken gazlayıp kaçtık.





Bizden önce Alanya’ya varıp bir saatten fazla süre otel aramış olan cefakar Fatong ve Etong’un sayesinde oteli kolayca bulduk ve yerleştik. O sırada Ankara'ya dönmem gerektiğini gösteren bir telefon konuşması yaptım ve hemen ertesi sabah dönmeye karar verdim. Aslında gruba hiç söylemeyecek ve erkenden kaçıp tek başıma gidecektim ama bunun onları daha çok üzeceğini düşündüm. Planımı açıkladığımda hepsi dönmeyi kendilerinin de istediğini söyleyerek sevinç çığlıkları attılar. Muhtemelen bu bana kendimi kötü hissettirmemek için yaptıkları bir şeydi. Dönmelerini gerçekten hiç istemesem de bu onlara her zaman minnet duyacağım gerçeğini değiştirmeyecek.


Ertesi gün büyük bir bölümü çok zevksiz olan dönüş yolunu güç bela bitirip sevdiklerimize kavuştuk. Dönmenin tek güzel yanı da bu değil midir?


Son söz...

Şükürler olsun ki bazı korkutucu anlar yaşamakla beraber, önemli hiçbir sorun yaşamadan, güle oynaya gittik ve döndük. Güzel kızım kendisini çok zorlayan parkurlarda bile elinden gelenin kat be kat üstünde performans sergiledi. Bazı yerlerde ona sarılıp öpmek, kucaklamak istedim.

Gezi boyunca hemen hemen her gün en iyi ihtimalle sabah dokuz - akşam altı arası yol yaptık. İnsan her gün bu kadar uzun süre yol yapmaya, gözünü her gün başka bir şehirde açmaya alışınca durağanlaşmak zor geliyor. Şu beş sene, on sene boyunca dünyayı gezen tipler döndüklerinde ne hale gelmişlerdir merak ediyorum. “Eee, dünya da bitti! Sıradaki?”. Ne kötü bir histir :) Biz iki hafta, beş bin kilometrede bile kafaları dünyadan kurtarmaya başlamıştık! :)

Bu yola bu ekiple gitmeseydim bu kadar keyif almayacağımdan eminim. Hepimiz kendimize ihtiyaç listesinden bir rol beğendik ve o rolü başarıyla üstlendik. Bazen rollerimiz ağır geldiyse ya da seferiliğin etkisiyle seslerimiz biraz çatlak çıktıysa da, bu dostluğumuzu iyice perçinlemekten başka bir sonuç yaratmadı.

Bazılarının tersine, bizim bu geziden en büyük beklentimiz, ne kadar büyük gezginler olduğumuzu ya da motoru nasıl inanılmaz kullandığımızı billboardlara yapıştırmak değil; ortak ve kişisel tarihlerimize pembe sayfalar ekleyebilmekti. Bunu da layıkıyla yaptığımızı düşünüyorum.

Yazdıklarımı şöyle bir okuyunca fark ediyorum ki, en az anlattığım kısım, aslında en çok anlatmayı istediğim yol kısmı olmuş. Bunun birçok nedeni var ama en önemli sebep şu ki, bazı şeyler gerçekten anlatılmıyor. Bırak başka birine anlatmayı, çektiğim fotoğraflara, aldığım notlara baktığımda ben bile aynı duyguyu yakalayamıyorum. Dereköy’e giden yolların tek başınalığını nasıl tarif edebilirim? İnsan bir ıssızlığı nasıl anlatabilir? Yazıyı fotoğraflara boğarak mı? Ağdalı, pırıltılı laflarla geviş getirerek mi? Ya da Küçükbahçe yollarının ıssızlığını? Her yer loşken gökten bir pencere açılmışçasına denize inen ışık hüzmesini? Dağ başında birdenbire karşıma çıkıveren pembe, kadife koltukları? Ormanların yeşil ışığını, kekik kokusunu, çam kokusunu? Kelebeklerin aşk danslarını? Yeterince yaşamış olduğumuza hükmeden şoförleri? Kaskın içindeki cehennem sıcağını? Çok yalnız hissetmeyi,

ve bunu çabucak unutturan takım arkadaşlarını



hiç eksiltmeden nasıl anlatabilirim?

Ne kadar umutsuz bir çabaya girişmişim aslında.... Demek ki daha az konuşmak ve daha çok yol yapmak gerekiyor. Biz bunu yapıyor ve tersini yapanlara da tavsiye ediyoruz. Ne de olsa ağaçlar meyvelerinden tanınır değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder