31.12.10

Kabak Vadisi'ne ve ahalisine teşekkür

Benim için hayatın ne demek olduğunu ve fark etmeden bundan ne kadar uzaklaştığımı her an hatırlatan, beni yeniden ben yapan, kendimde ve hayatta sevdiğim şeyleri kucaklamamı sağlayarak beni güçlendiren, istediğim hayatın parmağımın ucunda olduğunu göstererek beni yüreklendiren, hiçbir şey için fazla vakit olmadığını ama her şey için çok vakit olduğunu fark etmemi sağlayan, istediğim her şeyi kolay kılan büyülü Kabak Vadi'sine ve onun eşsiz yerleşiklerine teşekkür ederim.
--
Yüzümdeki ıslak dillerin sevecen sahipleri Konga, Ayşegül, Karamel, Boncuk, öbür Boncuk, Mayst, Maggie, Beyaz, Sıdıka ve diğerlerine,--Sıcak dostlukları ve ettikleri her kelime için orada tanıdığım herkese,--İçimde yok yere taşıdıklarımı oraya bırakmam için benimle ufuk çizgisine kadar el ele yürüyen, gözyaşlarımı silen, karanlıkta elimi tutup yol gösteren sevgili dervişime,--Ve gülmeyen yüzümü her daim güldürmeyi başaran sevgili Alfa'ya, beni sakinleştiren ve iyileştiren sıcacık ilgisi, muhteşem yemekleri ve odamdan çıkardığı tüm tarantulalar için teşekkür ederim.--Bir gün o japon flütünü çalmayı başaracağız çocuklar!



--





























































































































































30.12.10

İçimde deniz, dışımda yağmur...



"Türkiye'de komün hayatı yaşanan tek yer Kabak Koyu". Bir yerde mi okudum, kulağıma mı çalındı, şimdi hatırlamıyorum. Bildiğim, Kabak Koyu'nun ilk o zaman aklıma yazıldığı. "Oraya gitmeliyim" düşüncesinin ilk ortaya çıktığı an oydu. Son yıllarda bende yeni gelişen bir tevekkül orada da kendini göstermiş ve "hayırlısı" demiştim, "bir gün orada olacağımı biliyorum ama bunu kovalamayacağım, gerektiğinde olacak". Bu fikri orada dondurdum ve bıraktım.




Aradan zaman geçti. Likya Yolu'nu yürümeye kafayı taktığım günler geldi. Kabak o süreçte yine karşıma çıktı. "Yaklaşıyor" dedim, "bana doğru geliyor".



2010'un son günlerine gelince yıl bitmeden kullanmam gereken 5 gün iznim olduğunu fark ettim ve iznimi aldım. Mutlaka ıssız, insansız, yeşil ve mavi bir yere gidecektim, ama nereye? Kabak uzaktan göz kırptı, zamanı gelmişti. Küçücük sırt çantama bir sürü kitap, 1 karton sigara, defter, kalem ve başka ıvır kıvırı yerleştirip biletimi aldım.

Sabah Fethiye'ye, oradan da dolmuşla Kabak'a geldim. Ölüdeniz - Kabak arası yol nefisti. Tam bizim Telefat Team'e göre! Tek şeritli, hafif bozuk, korkuluksuz, sürekli rampaya saran, bol firketeli, denize uzaktan bakışlı bir dağ yolu.

Kabak'a varınca, tek yolcusu olduğum dolmuştan indim. Vadiye bakıp hangi patikadan ineceğime karar vermeye çalışırken hiç acelem olmadığını hatırladım ve bunun sonuna kadar tadını çıkardım. Uzun uzun manzaraya baktım. O anda, sanki gelişimi kutsar gibi, hint bülbülüne benzer, rengarenk, minicik, çok güzel ötüşlü bir kuş belirdi. Sessizce durup şarkısını dinledim. "İşte benim için hayat bu!" dedim, "böyle yaşamak istiyorum! Buna benzemeyen düzenlerin, kokuşmuş şehirlerin ve şehir insanlarının içinde bir türlü "gerektiği gibi" bir duruş sergileyemememin sebebi bu! Bunca yıl sorunun bende olduğunu sandım ama şimdi 
kendime haksızlık ettiğimi görüyorum. Ben öyle bir dünyaya ait değilim ve bir gün bu uğursuz kadere, sadece benden beklenenleri ya da "öyle olması gerekenleri" yaşadığım zavallı hayatıma veda edip, yeniden başlayacağım".

Beynime yürüyen oksijenin etkisiyle midir bilinmez, bir an tüm duyularım alarma geçti. Kuş ve böcek sesleri, nefis bir orman kokusu, uzun zaman sonra ilk kez bir patikada yürümenin bacaklarıma yaydığı tatlı bir ılıklık ve denizin henüz uzaktan görünen nefis fotoğrafıyla kampa doğru yürümeye başladım.

Böylece yürüyüp kampın yolunu bulmaya çalışırken kırmızı-beyaz Likya Yolu işaretlerini gördüm. Türlü sebeplerden ertelediğim o manevi yolculuğun çok iyi tanıdığım kılavuzlarını... Gülümsedim. Gerçekten de sevgili dedemin ölüm döşeğinde sık sık tekrarladığı gibi "olacaklar oluyordu". Bir gün o yolu yürüyeceğimi de biliyorum ama şimdilik bu ısınma yürüyüşünü yapmam gerekiyordu belli ki...

Yerde minicik, el yapımı gibi duran bir meşe palamudu buldum. Heyecanla cebime attım ve Ankara'ya kadar muhafaza edebilmeyi diledim. O sırada Tinkerbell'in meşe palamudunun içinde yaşayıp yaşamadığını hatırlamaya çalıştım. O neslin tüm çocuklarını pencereden uçup büyülü diyarlara gidebileceklerine inandıran Peter Pan'a küfrettim.

Bu düşüncelere dalmış, sırtımda çantam, ter içinde kayalık patikadan inerken, "tam Erhan'a göreymiş!" deyip güldüm.

Sonraki dönemeçte yerde bir sürü meşe palamudu gördüm. Avuçlayıp cebime doldurdum. O sırada ilk bulduğum ve zarar görmesinden korktuğum palamut gözümde önemini yitirdi. Nasılsa bir sürü bulmuştum.

Birden kendimle ve hayatla yüzleştim. Acıklı bir gülümseme yerleşti yüzüme...


Likya Yolu'nu işte bu yüzden yürümek istemiştim. Dağ, bayır, kuş, böcek görmekten ziyade, içime yapacağım, manevi bir yolculuk olacaktı. Bir meşe palamudu ile birçokları arasında ruhu hemen değişiveren insanı sorgulayacaktım mesela böyle...

Sonunda patika bitti ve Gemile'yi buldum. Ortalık alabildiğine ıssızdı. "Herhalde millet sabaha kadar takıldı, şimdi de uyuyor" diye düşünerek, tahta masalardan birine sessizce yerleştim.

Sonra kampta benim dışımdaki tek insanlar olduklarını öğrendiğim Alfa ve Yenal uyandı, ardından da Konga ve kediler. O sırada çok güzel bir şahin havada uzun uzun dönüp gözden kayboldu.

Şu an o en sevdiğim "sabahın körü birasını" içiyorum. Bir saat sonrasını bile planlamıyorum. Bu bir mucize olmalı...
-
(...)
-
Bu hikayenin devamında ne oldu biliyor musunuz?

Bilemeyeceksiniz, çünkü yazmadım. :) Kaydını tutmayı boşverip yaşamaya karar verdim. Yazmayı sadece kanımın damarlarımda köpürdüğü ya da durduğu anlara bıraktım.

Bu sekiz günü ben hatırlıyor muyum peki? Pek sayılmaz. :) Kafam kampa ayak bastığım günden ayrıldığım ana kadar firardaydı.

Çok güldüğüm de oldu, çok ağladığım da, bağırdığım da, sustuğum da, insanlara karıştığım da, ıssızlığıma gömüldüğüm de, çok düşündüğüm de, hiç düşünmemeyi başarabildiğim de...

O günleri sadece hissedebiliyorum. İçimde, ama anlatamıyorum.

Tarif etmekte zorlandığım bir haftanın sonunda, içimde bambaşka şeylerle yine buradayım. Ailem, çocuklarım ve birkaç dostun dışında, özlediğim hiçbir şey barındırmayan bu gri, uğursuz şehre döndüm. Bu saydıklarım olmasaydı gerçekten dönmeyecektim. Son sabah kampta uyandığımda yatağımda uzun uzun oturup denize baktım. Orada kalmak, kendi ellerimizle kuzinede pişirdiğimiz mis kokulu ekmekleri, kendi yaptığımız yoğurtları yiyerek, kucak dolusu kedi ve köpekle, bana iyi gelen güzel ruhlu insanların arasında yaşamak istedim. Neredeyse yapacaktım da... Bu saydıklarım olmasaydı...

Ama bir gün olacak. Bunu biliyorum.

Ben değiştim. İçimde bir şeyler çok değişti. Hayatım değişti. Bunu şimdi tarif etmem çok zor... Belki bir gün başarırım...