12.4.13

Dışıma yolculuk



İster içime, ister dışıma yapıyor olayım, yolculukları hep çok sevdim.  Bu yüzden kalbim ve çantam hep kolay ulaşılabilecek bir yerdedir.



İstanbul’a görev çıkınca, bir önceki İstanbul kaçamağımda göremediğim yerleri görebileceğim için mutlu oldum. Görevim perşembe akşamı biteceği için, cuma-pazar arasında da memleketime kaçma fırsatı doğuyordu. Mutluluğum katmerlendi.


işyerimizin yemekhanesinden görünen olağanüstü manzara
işyerimizin kütüphanesinden bizi çok güldüren bir kitap

1 - İSTANBUL

Sodom ve Gomore

Pazar sabahı erken saatte Taksim’deydim. Gün ağarmasına rağmen hala ellerinde biralarla perişan halde geziyor olan  gençleri, neredeyse ulu orta iş tutacak olan hayat kadınları, kaldırımlarda uyuyan sokak insanları, gece av bulamamış, seni yiyecek gibi bakan aç kurtları, yerlere atılmış onlarca içki şişesi ve çöpleriyle İstanbul bana bir anda Sodom ve Gomore’yi çağrıştırdı.

Balık Pazarı’nın çok yakınındaki "apart"ıma yerleşip Dolmabahçe Sarayı’na gittim.


Dolmabahçe Sarayı

X-Ray cihazından geçerken, bana İngilizce komutlar veren güvenlik görevlisine Türkçe cevap verince adam ne dese beğenirsiniz? “Aaa! Türkçe biliyor musunuz?”. Ben gülerek Türk olduğumu söyleyince, “Ne bileyim abla, Pazar sabahı bu saatte Türk gelmez müzeye, şaşırdım.” dedi. Memleketten, güler misin, ağlar mısın, bir kare işte.


Bıyıklı olur Türk kedisi :D

Rahatına düşkün olur Türk kedisi :D

Dolmabahçe Sarayı'nın Selamlık bölümündeki merdivenli bölüme, kütüphaneye, pembe dekorlu elçi bekleme odasına ve Muayede Salonu’na bayıldım. Harem bölümünde ise Mavi Salon ve Atatürk’ün çalışma odası çok güzeldi. Ancak tüm uyarılara rağmen "Tabi çekicez! Bunun için geldik buraya!" diyerek fotoğraf çekmeye devam eden, fotoğraf sanatına ömrünü adamış (!) Türk ailesi zevkimin içine etti! "Feysbukunuza koyacağınız iki saçma fotoğraf yüzünden hepimize ait olan bir tarihe zarar veriyorsunuz!" diyerek pek muhterem görüşümü ben de bildirdim kendilerine...







Taksim – Galata – Karaköy

Her gün sabah ve akşam otelle işyerimizin şubesi arasındaki sokakları yürümek çok güzeldi.


Vitrin kedisi

Şu arkadaşların güzel yüzleri,


Ve şu arkadaşları her sabah besleyen güzel kalpli insanlar,



Hep gülsünler.

Her ne kadar burnuma, gözüme kaçmayan, etimi soğutmayan İstanbul denizi bana oldum olası deniz gibi gelmese de, öğlenleri sahile inip o gri denize bakmak; martılara, itibar etmediklerinden pek de sevmedikleri sonucuna vardığım yiyecekler atan insanları izlemek güzeldi.

Hiç ıslanmayacağını bildiği halde birçok kere suya batıp çıkarak kendini yıkamaya çalışan katabatakların, İstanbul’un insanlarıyla aynı kaderi paylaştığını, o denizin suyuyla ıslanmaya hasret olduklarını düşündüm.



Parsifal

Ankara’da olmayan, ilkini benim açma hayallerimin ise cesaretsizlik gölüne battığı vejetaryen restoranlardan birine gitmek de planlarım arasındaydı. Parsifal’e gittim. Utanmadan 2 ana yemek söyledim.  Açıkçası muhteşem değillerdi, ama yine de 20 yıl sonra ilk kez elimde dev bir hamburger olması güzeldi. Meraklısına not: Parsifal belki Ankara’ya şube açacak.




Nargileci

Kapısının önünden geçerken kokuya imrenip bir nargileciden içeri dalıp kendime bir nargile söyledim. İçeride öyle bir fokurtu sesi ve duman vardı ki sanki hepimiz  Nargile Tarikatı’nın müritleriymişiz ve toplu bir ayin yapıyormuşuz gibiydi! 

O sırada Arap bir çift geldi. Adam nargilesini rahat rahat içerken kadın tüm yüzünü örten peçesinin altından gizli gizli içti. İslam’da nargile içmenin mekruh sayıldığı göz ardı edilebildi, ama kadının peçesinden vazgeçilmedi.


İstanbul’da yaşasam hayatıma eklenecek bir büyük dert: Martılar!

“Bu martıları buraya alıştırıyorsunuz, her yer pislik içinde kalıyor!”
“Ay şu martıları kovar mısınız! Alerjim var!”
“Hanfendi martılarınız arabama pislemiş!”
“İnsanı bıraktınız martının derdine düştünüz! Ayıp ayıp! Bi sürü aç insan var!”
“Martı sesinden uyuyamıyoruz, bu ne ya! Arıycam belediyeyi toplasınlar bu martıları!”
Ve kral cümle: “İşiniz gücünüz yok mu sizin!” (Ya bunu yazınca aklıma sevgili Özgün’ün yazısı geldi: http://www.dohaydersopengazievi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=304%3Abaskaisinizyokmusizin-ozgun-ozturk&catid=78%3Akonuk-yazarlar&Itemid=713&lang=de)



Bir de o güzelim balıklar!

Kondukları kovaların içinde, ağızlarında karanfil kırmızısı, kendileri gibi narin yaralarla, güzelim balıklar... Kimisi hala can çekişirken, kimisi küçücük göğsüyle koca ölümü göğüslemeyi bekler gibi yan dönüveriyor.  İstisnasız hepsi, bir an önce ölüp, çektikleri acıdan kurtulmayı diler gibi bakıyorlar. Onları denizden ve yaşamdan koparanlar ise, hiç değilse zavallıları öldürüverip acılarına son vermek varken, “Ölmesin de taze kalsın!” diyerek sularını değiştiriyor.

O anlarda o plastik kovanın içindeki balık oluveriyorum. Aşığı olduğum denizden alınmış, kan kokulu daha küçük bir denize konmuşum. Hem bu küçük denizin oksijeni az olduğundan hem de yaralı olduğumdan, nefes alamıyorum. Acılı ve korkuluyum. Etrafımda benim durumumda olan başka balıklar da var. Bize ne olduğunu anlayamıyoruz. Yanlışlıkla karaya çıktığımızı düşünerek hopluyoruz, yine denizimize ulaşabilmek umuduyla, ama olmuyor. Denizin o çok sevdiğimiz uğultusu başka bir uğultuyla yer değiştiriyor... İşin en kötü yanı, kimse umursamıyor. Ben, orada ölüyorum ve kimse umursamıyor... Ölüm, gümüş rengine dönüşüyor...

(İşte benim bu yüzden tanrıyı ve varoluşu anlamaya ihtiyacım var, anlıyor musun? O balıkların acısını dindirmek için...)



Ayağı kırık kedi...

Kabataş – Mudanya deniz otobüsüne bineceğim iskelede acıyla ağlayan bir kediyle karşılaşıyorum. Saklandığı yerden çıkarmaya çalışırken iskelede çalışan iki bey geliyor. “Bunu buradan çıkaralım!” diyor biri. “Çıkarıp ne yapacaksınız?” diyorum korkuyla. “Veterinere götürücez, napıcaz! Burada bu halde mi bırakıcaz!” diye tersliyor birisi beni. O sırada adamın sorumu yanlış anladığını fark ediyorum. “Amaaan, çıkarıp napıcaksınız, boşverin!” olarak anladı sanırım. Bozuntuya vermiyorum ama kendi kendime epey gülüyorum. Kedi emin ellerde olduğu için rahatlıyorum.


2 – MUDANYA

Ne zamandır memleketime gitmek istiyordum. Ama şehir içi cazip gelmedi. Bu yüzden dümeni Mudanya’ya kırdım. Memleket falan diyorum ama benim Bursalılığım su götürür. Mudanya’ya ise sadece bir kez gitmişliğim vardır, onda da sahilde bir restoranda oturup Bursa’ya dönmüşümdür.






Mütareke Binası (Müzesi)

Mudanya’da eski Rum evleri’yle meşhur Halitpaşa Mahallesi’nde kaldım. Zaten eski evleri ve kapıları çok seven biri olarak, tam benim kalemim bir yerdi. Ne yazık ki, gevurun her zamanki gibi harika bir biçimde yaptığı o evleri, her zamanki gibi eşsiz bir biçimde çürümeye terk etmişiz.




Benim mahalleden Güzelyalı’ya kadar uzun bir yol yürüdüm. Yalnız yaşadığını ve kendini tüylü dostlara adadığını tahmin ettiğim bir beyin evinin önünden hep gülümseyerek geçtim. Sonrasında karşılaşma ve tanışma fırsatım oldu. Tabi ki çok dertliydi. İyi şeyler yapmaya çalışan tüm iyi insanlar gibi, zorbalardan bezmişti. Onun için iyilik ve dirayet diliyorum. Umuyorum ki dünya bir gün iyi insanlar için daha iyi bir yer olsun.





Güzelyalı’ya sahilden yürüdüm. “İşte bu ‘deniz gibi deniz’!” dedim içimden. “Kokusu var, dalga sesi var, sahili var.”. Yürürken birkaç fotoğraf çektim. Bu fotoğraf işlerinden iyi anlayan bir arkadaşım “Fotoğraf iki şeyi affetmez: Sert ışık ve altınla, oranla, buranla oynamak” gibi bir şey demişti. Sert ışık için yapabileceğim bir şey yoktu ama en azından fotoğrafı çekerken bir yerimle oynamadım.





Güzelyalı'ya giderken Montania Otel'in önünden de geçtim. Eski istasyon binasını otele çevirmişler. Hem çok keyifli bir yer olmuş, hem de çürümekten kurtulmuş. Tebrikler...


Montania Otel


Akşamüstü ve akşamı orada burada aylaklık edip kitap okuyarak geçirdim.







Ertesi günkü rotamda Trilye (Zeytinbağı) vardı. Tüm motorcuların ağzını sulandıracak cinsten, bol virajlı, kuşbakışı deniz manzaralı, zeytin ağaçlarıyla kaplı, nefis bir yolu kat edip, yine sevimli bir yer olan Kumyaka’dan geçip (Siği – Siye), Trilye sahiline vardım.






Trilye de en önemli özelliği eski Rum evleri olan, deniz kıyısında, sevimli bir kasaba. Sahilde biraz aylaklık edip, içerilere doğru yürümeye başladım. Gözümün kestiği birine “Abi sen buralısın herhalde, bana biraz anlatsan buraları...” diye yanaştım. Hasan Abi (Hasan Özata, 0535 782 51 87) bilmemkaç kuşaktır Trilyeli’ymiş. Kasabayı gezmeye gelenlere ücretsiz rehberlik yapıyor. Çok nadide bir insandı.



Trilye’nin adının değiştirilmesinden dertlenerek başlıyor söze. “Zeytinin bağı olmaz, üzümün olur!” diyor. Trilye’nin adının üç sayısından geldiğine dair rivayetleri anlatıyor. Kimi efsanede bu 3 sayısı aforoz edilmiş 3 papaz oluyor, kiminde 3 liman... Trilye’nin limanı ve iskeleyi dahi yıkmış, sert rüzgarından bahsediyor.

Bursa'da sıkça görebileceğiniz Arap ailelerden biri ve onlarla top oynayan  köpek

Hasan Abi zeytincilik yapıyor. Kendi deyimiyle “ölümsüz ağacın bekçisi” imiş. Bundan bir asır önce, orada yaşayan Rum halkının Trilye’nin meşhur zeytinyağını  gemilerle ta Marsilya’ya götürüp sattığından, kendilerinin ise Türkiye’de bile satamamalarından yakınıyor.





Hasan Abi’ye görmek istediğim yerlerin yolunu sorup, önce günümüzde Fatih Camisi olarak kullanılan 600 yıllık Eski Kilise’ye gittim. Kilisenin yuvarlak biçimine ve pembe rengine bayıldım. Kilisenin hemen yanında çok sevimli bir de hamam vardı. Evlerde banyo kültürü gelişmeden önce herkes burada yıkanırmış. İhtiyaç kalmayınca kapısına kilit vurulmuş.


Eski Kilise


Eski Kilise

Bu arada bana rehberlik eden küçük Sude de ödülünü aldı tabi.



Rehberlik demişken, önce kıyıda sonra da tepede karşılaştığım şu ilginç kuş da fena bir rehber sayılmazdı...


Kiliseden yukarı çıkınca eski postane binası görülüyor.


Postane binası

Biraz daha yukarıda ise papaz okulu olarak kurulmuş, sonraları ise okul olarak kullanılmış olan muhteşem bir binaya sahip Taş Mektep’e varılyor (sonradan öğrendiğime göre, epeydir çürümekte olan bu bina 3 trilyona bir yatırımcı tarafından alınmış. Otel yapılacakmış. Umarım aslını korur).


Taş Mektep

Hala kalp krizi geçirmediyseniz biraz daha tırmanıp yine tarihi bir eser olan, içinde hala yaşanan Dündar Evi’ne ulaşabiliyorsunuz.


Dündar Evi


Biraz daha tırmanmanın ödülü ise muhteşem manzaralı Çamlı Kahve’de, mavi ve yeşile yukarıdan bakarak soğuk bir şeyler içmek.


Çamlı Kahve

Trilye gezim bitince Mudanya’ya geri döndüm. Akşamı yine deniz kenarında yosun koklayıp, okuyarak geçirdim.

Nicelerine...






Not: Mudanya'da, kelimenin tam anlamıyla denizin üstüne kurulmuş bu ev satılık. Aklım kalmadı değil :)




11.4.13

İçime yolculuk

Pera Müzesi'ndeki kıblenümalar



İster içime, ister dışıma yapıyor olayım, yolculukları hep çok sevdim.  Bu yüzden kalbim ve çantam hep kapının ağzındadır.

İstanbul’a görev çıkınca, bir süredir sürdürdüğüm içsel yolculuk, önemli bulduğum dışsal duraklarla eşleşeceği için mutlu oldum.

Ne de olsa, Atlas'ın bu ayki sayısında çok güzel ifade edildiği gibi, "Bilmek isteyen yola çıkar" ve "Uzaklaşmak yakınlaşmaktır"...




Tüm hayatım varoluşa dair bir mana arayışının öncülüğünde biçimlenmiştir desem yalan olmaz. Çok küçük yaşlarımda bile, diğer çocuklar yaz tatilini saklambaçla değerlendirirken, ben günü bir dondurma dahi yemeden bitirip, harçlığımı akşam kurulacak kitap tezgahlarına saklar, akşamı sokak lambasının altında kitap okuyarak geçirirdim. Hayatım boyunca kitap kokusuna duyduğum büyük aşkta, yazdığım her şeyde, anneannemle camilerde, mevlütlerde ya da dini sohbetlerde geçen çocukluğumda, okuduğum din kitaplarında, namazda, oruçta, ateizmde, deizmde, Aikido ve Zen’de, psikolog olmamda, insanın her yönünü ya da her insanın ortak yönünü görmek istercesine uçlarda yaşadığım tüm maceralarda, bir işaret ya da cevap için yalvarırcasına tutunmaya çalıştığım, ancak cinsiyetimden ötürü dışında bırakıldığım Masonluk’ta, Tasavvuf’ta, her insandan bir şeyler öğrenmek için duyduğum karşı konulmaz istekte hep bu sonuçlandırmayı hiç beceremediğim arayış rol oynadı.



Bu sebeple, benim hayatımın özeti “aramak”tır. Ailem de dahil birçok insan beni maymun iştahlı olarak tanımlar. Doğrudur, kuşbakışı izlenebiliyor olsam, sürekli olarak bir noktadan diğerine hızla savrulmakta olduğum görülür. Oysa benim tek derdim, nedense hep kısa süreceğini hissettiğim hayatımda, mümkün olduğunca çok şeyi denemek, yaşamak ve en önemlisi anlamaktır.

Bu arayışın bugünlerde yeniden yoğunlaşması, yakın zamanda arka arkaya yaşadığım ilginç şeylerden, özellikle de gördüğüm rüyalardan kaynaklandı.  İlkinde rüyamda Mihrabım Diyerek şarkısını söylediğimi gördüm. Normalde bu şarkının sözlerini bile bilmezdim. Ancak bir anlam vermeye gerek duymadan, unuttum gitti. Birkaç hafta sonra bu kez rüyamda Osman Hamdi Bey’in ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu gördüm. Bu tabloyu birkaç kez görmüşlüğüm vardı ama o rüyayı görene kadar merakımı uyandırmamıştı. Kaplumbağa Terbiyecisi ile ilgili okumaya başladığımda Mihrap isimli (mi acaba? ;)) tablodan da haberdar oldum. Belki de rüyamda Mihrabım Diyerek şarkısını gördüğümde google’da şarkının sözlerini aratsaydım karşıma ünlü Mihrap tablosu çıkacak ve ben aynı yola yine girecektim. Öyle ya da böyle, kendimi yeniden bir okyanusun içine buldum.

Kaplumbağa Terbiyecisi vesilesiyle düştüğüm yolda karşıma çıkan dehlizlerin birinden çıkıp diğerine girerken, kör karanlığın içinde elinde meşaleyle beni bekleyen birine rastladım. Neden benim gibi “arayanlara” yardım etmek istemişti bilmiyorum, ama kendisine minnettarım. O kişinin bu yardımda bulunmasına izin veren kişinin kim olduğunu düşününce, biraz anlayabiliyorum. O da birçok meşale yakmış biri.




Meşaleleri takip ededururken bir gün görür oldum bir şeyleri... Kendi halinde birkaç yıldızın bir cezve biçimini oluşturduğunu ilk fark etmiş insan gibi gördüm. Akıl Oyunları’nda John Nash karmakarışık haldeki kriptoları bir anda çözüverdiğinde, hepsinin yanarcasına aydınlanması gibi gördüm.


Gördüğümde nefesim kesildi, ama mutlu olmadım. Aksine, çok büyük bir acı duydum, hepimiz için.

Şu anda bulunduğum zihinsel ve ruhsal durumda, bu yolculukta öğrendiklerime de dayanarak, aslında hayatım boyunca hep cevabın yakınlarında gezip durduğumu fark edip gülümsüyorum. En sevdiğim şarkılardan, türkülerden tut, okuduğum şairlere, etkilendiğim tablolara, yapılara kadar kadar hepsi aynı mahallede konuşlanmış ve ben zaten hep o mahallenin sokaklarında gezer dururmuşum. “Ben bu kitabı yıllar önce de okumuştum, nasıl da anlamamışım!” dediğim, ben bu türküyü yıllardır çok severim ama hiç böyle anlamamışım dediğim bir sürü şeyi fark ediyorum. Vücudumdaki dövmelerden, ortaokulda uydurduğum alfabenin harflerine kadar, her şeye şaşırıyorum.


Dünyanın ilk yazılı antlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşması

Peki cevabı buldum mu? Önemli olan bu...

Şöyle diyebilirim, başkalarının yüzyıllar boyunca verdiği gizli ya da açık cevapları artık daha iyi biliyorum. Başka bir deyişle, “Acaba başkaları bu sorulara nasıl cevap veriyor?” sorusunun cevabını artık biliyorum. Peki bu sorulara kendi cevaplarımı verebildim mi? Pek sayılmaz. Bunun için zamana ihtiyacım var.

Sonuçta, bence iki cenah da, olguyu kendisiyle açıklayarak “totoloji” yapıyorlar. Evet, kıyasladığımda biri içime daha fazla sıcaklık veriyor, ama o da ısıtmaya yetecek kadar değil.

Bu yolculuğun sonunda kendimi nerede bulacağımı şu an gerçekten hiç bilemiyorum. Sofu da çıkabilirim, sufi de! Mevla'mı da bulabilirim, belamı da... Adı üstünde bu bir yolculuk işte... Ve bir durağı da İstanbul oldu...

İstanbul'daki tek boş günümde Dolmabahçe Sarayı'ndaki fotoğraf sanatına ömrünü adamış (!), bunun için tarihimize zarar vermekten rahatsız olmayan Türk ailesini arkamda bırakıp, onların tam aksine, ülkesinin ve dünyanın kadim mirasını korumak için mucizeler gerçekleştirmiş bir adamın, Osman Hamdi Bey'in kurduğu İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne gittim. 





Saatlerce gezmeme rağmen hakkını veremediğim müzelerde en çok her biri sanat harikası olan lahitlerden etkilendim. 



İskender Lahti

Ağlayan Kadınlar Lahti









Ancak orada bulunmamın asıl sebebi, Osman Hamdi'nin kokusunu takip ediyor olmam olduğu için, en çok bu kokunun yoğunlaştığı yerlerden etkilendim. Mesela, Ab-ı Hayat Çeşmesi isimli tablosuna konu ettiği aynı isimli çeşmeden ya da günlerdir bakıp durduğum Mihrap tablosundaki Mihrap'tan... Ve tabii ki Osman Hamdi Bey Salonu'ndan...



Osman Hamdi'nin tanıdık isimler içeren soyağacı


Osman Hamdi'nin babası İbrahim Edhem Paşa


Osman Hamdi'nin tablolarında model olarak da kullandığı eşi Naile Hanım

Osman Hamdy Bey'in bazı şeyleri çok güzel anlattığını düşünüyorum. Bunu tarih boyunca çok daha iyi şekilde başaran birçok insan var elbet, ama onun yapış şekli bana en sıcak gelendi... Birilerine bir şeyler anlatmak, bir şeyleri fark ettirmek istedi ve bunu da büyük bir cesaret ama o cesarete tezat oluşturur görünen bir naiflikle yaptı. 


Anlatmaya çalıştıkları bir yana bırakıldığında, sadece hayatı ve başarıları bile herkes için etkileyici olacaktır diye düşünüyorum. Hayatımı sadece rutin ritüelleri takip ederek, amaçsızca ve anlamsızca heder ettiğim düşüncesinin içime katransı bir halde yayıldığı şu günlerde, onun yaşam hikayesini hayranlıkla okudum. O da benim şu an olduğum yaşlarda, benim şu an yaşadığım ruhsal karmaşaları yaşamış, ama sonrasında çok büyük işler başarmış. Azmine, cesaretine, kararlılığına hayran olmamak mümkün değil... Bana da iyi ve anlamlı bir şeyler yapmak için kaybettiğim gücü geri verdi. Teşekkürler Osman Hamdy... (Osman Hamdi'nin hayatının çok güzel bir biçimde romanlaştırılmış hali için Emre Caner'in kaleme aldığı Kaplumbağa Terbiyecisi isimli romanı okumanızı öneririm).











Ab-ı Hayat Çeşmesi tablosundaki aynı isimli çeşme

Arkeoloji Müzeleri'ne ziyaretimden 2 gün sonra ise Galata Mevlevihanesi'ndeydim. 










Mevlevihane'den çıktıktan yarım saat sonra hem heyecandan, hem koşturmadan nefesim kesilmiş biçimde Pera Müzesi’nde bittim.  Fonda ney çalıyor, bense beni bu uzun içsel yolculuğa, sanki yüzme bilmeyen birini kolundan tutup denize atmış gibi atan o adamın eserine saygı ve sevgiyle bakıyordum.







Müzenin mağazasında ise yolculuğumu daha da şaşırtıcı hale getirecek 2 harika kitap buldum. Kitapların birini ayaküstü karıştırırken rastladığım bir sayfa benim için özellikle manidardı. Odama gidip yatağa oturdum. Uzun süre katatonik şizofrenler gibi sallandım. 

Sonra odaya da sığamadım, sokaklara attım kendimi. Başka bir gezegene düşmüş yabancı bir yaratıkmışım gibi, boş gözlerle, deliler gibi gezdim sokaklarda. 


Çaresiz, bir meyhanede aldım soluğu. Oturur oturmaz yan masadaki abilerin konuşmaları dikkatimi çekti. Kadınların hayatının zorluğundan, hep haksızlığa uğradıklarından, çalışan kadın olmanın güçlüklerinden söz ediyorlardı, şaşırdım. Hayatının önemli bir bölümü meyhane masalarında geçmiş biri olarak, hiç karşılaşmadığım bir sahneydi doğrusu. Erkekler rakı masalarında normalde kadınlara söverler.


Abiler Kürt ve solcuydu. Dava konusunda anlaşmazlıklar vardı aralarında. Bu yüzden atışıp duruyorlardı. Arada kulağıma çalınan birkaç güzel cümleyi not etme şansım oldu. "Bizim birbirimize küsecek vaktimiz kalmadı!" diye uyardı masadakileri, yaşı en ileri olan... "Ben hayatım boyunca bir tek şeye hürmet ettim, kararlı duruşa!" dedi diğeri... "Bazı şeyler insan iradesi dışında, insan adına tecelli eder" dedi, bana bu lafıyla bir kadeh daha içiren diğeri...


 

İstanbul'daki son akşamımda ise sema izlemeye gittim. Çok erken gittiğim için semazenlerin Mevlevihane'ye gelişlerine şahit oldum. Arabaların bagajlarından eşyaları, kıyafetleri falan indirmelerini görmek garibime gitti. Sonra da kendi kendime "Cüppesini arakiyesini giyip sokaklarda gezmesini mi bekliyordun!" deyip güldüm. Gelen semazenlerin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı devlet memurları olduğunu öğrenince şaşkınlığım daha da arttı. Mevlevilerin devlet kurumunda çalışmayı kabul etmesi ilginç, devletin o hiç hazzetmediği Mevlevileri bünyesine almayı kabul etmesi daha daha ilginç!

O arada, kadın semazenlerin varlığına izin verilen tek Mevlevihane'ye gittiğimi sanarak yanıldığımı fark ettim. Yanlışlıkla oraya değil, 1,5 km uzağındaki başka bir Mevlevihane'ye gitmişim. Kaderin cilvesi... 

Sema töreni olağanüstü etkileyiciydi. Özellikle semanın başında öğrencileri tek tek hocalarının elini öperken onun da her birini başlarından öpmesinden inanılmaz etkilendim. Hatırlayınca şu anda bile tüylerim kabarıyor.

Onlar döndü, ben döndüm... Onlar "Hu!" çekti, ben titredim. Hayatımın en tarifsiz anlarından biriydi.














Bu arkadaşımız sema salonunu kendine yer edinmiş :) Semadan önce ortalıkta dolaşıp duruyordu. Hatta sema sırasında semazenlerin ayaklarının dibinde gezip durduğu da oluyormuş! :D Kedi-i Kamil koydum adını! :DDDD


Kedi-i Kamil :DDD

Günler sonra İstanbul'daki bu doyurucu anları ardımda bırakıp, Mudanya’ya giderken, deniz otobüsünde uyuyakaldım. Bir ara uyandığımda son zamanlarda hep olduğu gibi, yine normalde bilmediğim bir dili rüyamda çok akıcı bir biçimde konuşuyordum. Bu kez üşenmeyip konuştuğum şeyleri not ettim: “İva sosyetel” diyordum. Bir de “yeni yedep”. Bu kez nerelerde geziyorum, nerelere gidiyorum, bilinmez...