11.4.13

İçime yolculuk

Pera Müzesi'ndeki kıblenümalar



İster içime, ister dışıma yapıyor olayım, yolculukları hep çok sevdim.  Bu yüzden kalbim ve çantam hep kapının ağzındadır.

İstanbul’a görev çıkınca, bir süredir sürdürdüğüm içsel yolculuk, önemli bulduğum dışsal duraklarla eşleşeceği için mutlu oldum.

Ne de olsa, Atlas'ın bu ayki sayısında çok güzel ifade edildiği gibi, "Bilmek isteyen yola çıkar" ve "Uzaklaşmak yakınlaşmaktır"...




Tüm hayatım varoluşa dair bir mana arayışının öncülüğünde biçimlenmiştir desem yalan olmaz. Çok küçük yaşlarımda bile, diğer çocuklar yaz tatilini saklambaçla değerlendirirken, ben günü bir dondurma dahi yemeden bitirip, harçlığımı akşam kurulacak kitap tezgahlarına saklar, akşamı sokak lambasının altında kitap okuyarak geçirirdim. Hayatım boyunca kitap kokusuna duyduğum büyük aşkta, yazdığım her şeyde, anneannemle camilerde, mevlütlerde ya da dini sohbetlerde geçen çocukluğumda, okuduğum din kitaplarında, namazda, oruçta, ateizmde, deizmde, Aikido ve Zen’de, psikolog olmamda, insanın her yönünü ya da her insanın ortak yönünü görmek istercesine uçlarda yaşadığım tüm maceralarda, bir işaret ya da cevap için yalvarırcasına tutunmaya çalıştığım, ancak cinsiyetimden ötürü dışında bırakıldığım Masonluk’ta, Tasavvuf’ta, her insandan bir şeyler öğrenmek için duyduğum karşı konulmaz istekte hep bu sonuçlandırmayı hiç beceremediğim arayış rol oynadı.



Bu sebeple, benim hayatımın özeti “aramak”tır. Ailem de dahil birçok insan beni maymun iştahlı olarak tanımlar. Doğrudur, kuşbakışı izlenebiliyor olsam, sürekli olarak bir noktadan diğerine hızla savrulmakta olduğum görülür. Oysa benim tek derdim, nedense hep kısa süreceğini hissettiğim hayatımda, mümkün olduğunca çok şeyi denemek, yaşamak ve en önemlisi anlamaktır.

Bu arayışın bugünlerde yeniden yoğunlaşması, yakın zamanda arka arkaya yaşadığım ilginç şeylerden, özellikle de gördüğüm rüyalardan kaynaklandı.  İlkinde rüyamda Mihrabım Diyerek şarkısını söylediğimi gördüm. Normalde bu şarkının sözlerini bile bilmezdim. Ancak bir anlam vermeye gerek duymadan, unuttum gitti. Birkaç hafta sonra bu kez rüyamda Osman Hamdi Bey’in ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu gördüm. Bu tabloyu birkaç kez görmüşlüğüm vardı ama o rüyayı görene kadar merakımı uyandırmamıştı. Kaplumbağa Terbiyecisi ile ilgili okumaya başladığımda Mihrap isimli (mi acaba? ;)) tablodan da haberdar oldum. Belki de rüyamda Mihrabım Diyerek şarkısını gördüğümde google’da şarkının sözlerini aratsaydım karşıma ünlü Mihrap tablosu çıkacak ve ben aynı yola yine girecektim. Öyle ya da böyle, kendimi yeniden bir okyanusun içine buldum.

Kaplumbağa Terbiyecisi vesilesiyle düştüğüm yolda karşıma çıkan dehlizlerin birinden çıkıp diğerine girerken, kör karanlığın içinde elinde meşaleyle beni bekleyen birine rastladım. Neden benim gibi “arayanlara” yardım etmek istemişti bilmiyorum, ama kendisine minnettarım. O kişinin bu yardımda bulunmasına izin veren kişinin kim olduğunu düşününce, biraz anlayabiliyorum. O da birçok meşale yakmış biri.




Meşaleleri takip ededururken bir gün görür oldum bir şeyleri... Kendi halinde birkaç yıldızın bir cezve biçimini oluşturduğunu ilk fark etmiş insan gibi gördüm. Akıl Oyunları’nda John Nash karmakarışık haldeki kriptoları bir anda çözüverdiğinde, hepsinin yanarcasına aydınlanması gibi gördüm.


Gördüğümde nefesim kesildi, ama mutlu olmadım. Aksine, çok büyük bir acı duydum, hepimiz için.

Şu anda bulunduğum zihinsel ve ruhsal durumda, bu yolculukta öğrendiklerime de dayanarak, aslında hayatım boyunca hep cevabın yakınlarında gezip durduğumu fark edip gülümsüyorum. En sevdiğim şarkılardan, türkülerden tut, okuduğum şairlere, etkilendiğim tablolara, yapılara kadar kadar hepsi aynı mahallede konuşlanmış ve ben zaten hep o mahallenin sokaklarında gezer dururmuşum. “Ben bu kitabı yıllar önce de okumuştum, nasıl da anlamamışım!” dediğim, ben bu türküyü yıllardır çok severim ama hiç böyle anlamamışım dediğim bir sürü şeyi fark ediyorum. Vücudumdaki dövmelerden, ortaokulda uydurduğum alfabenin harflerine kadar, her şeye şaşırıyorum.


Dünyanın ilk yazılı antlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşması

Peki cevabı buldum mu? Önemli olan bu...

Şöyle diyebilirim, başkalarının yüzyıllar boyunca verdiği gizli ya da açık cevapları artık daha iyi biliyorum. Başka bir deyişle, “Acaba başkaları bu sorulara nasıl cevap veriyor?” sorusunun cevabını artık biliyorum. Peki bu sorulara kendi cevaplarımı verebildim mi? Pek sayılmaz. Bunun için zamana ihtiyacım var.

Sonuçta, bence iki cenah da, olguyu kendisiyle açıklayarak “totoloji” yapıyorlar. Evet, kıyasladığımda biri içime daha fazla sıcaklık veriyor, ama o da ısıtmaya yetecek kadar değil.

Bu yolculuğun sonunda kendimi nerede bulacağımı şu an gerçekten hiç bilemiyorum. Sofu da çıkabilirim, sufi de! Mevla'mı da bulabilirim, belamı da... Adı üstünde bu bir yolculuk işte... Ve bir durağı da İstanbul oldu...

İstanbul'daki tek boş günümde Dolmabahçe Sarayı'ndaki fotoğraf sanatına ömrünü adamış (!), bunun için tarihimize zarar vermekten rahatsız olmayan Türk ailesini arkamda bırakıp, onların tam aksine, ülkesinin ve dünyanın kadim mirasını korumak için mucizeler gerçekleştirmiş bir adamın, Osman Hamdi Bey'in kurduğu İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne gittim. 





Saatlerce gezmeme rağmen hakkını veremediğim müzelerde en çok her biri sanat harikası olan lahitlerden etkilendim. 



İskender Lahti

Ağlayan Kadınlar Lahti









Ancak orada bulunmamın asıl sebebi, Osman Hamdi'nin kokusunu takip ediyor olmam olduğu için, en çok bu kokunun yoğunlaştığı yerlerden etkilendim. Mesela, Ab-ı Hayat Çeşmesi isimli tablosuna konu ettiği aynı isimli çeşmeden ya da günlerdir bakıp durduğum Mihrap tablosundaki Mihrap'tan... Ve tabii ki Osman Hamdi Bey Salonu'ndan...



Osman Hamdi'nin tanıdık isimler içeren soyağacı


Osman Hamdi'nin babası İbrahim Edhem Paşa


Osman Hamdi'nin tablolarında model olarak da kullandığı eşi Naile Hanım

Osman Hamdy Bey'in bazı şeyleri çok güzel anlattığını düşünüyorum. Bunu tarih boyunca çok daha iyi şekilde başaran birçok insan var elbet, ama onun yapış şekli bana en sıcak gelendi... Birilerine bir şeyler anlatmak, bir şeyleri fark ettirmek istedi ve bunu da büyük bir cesaret ama o cesarete tezat oluşturur görünen bir naiflikle yaptı. 


Anlatmaya çalıştıkları bir yana bırakıldığında, sadece hayatı ve başarıları bile herkes için etkileyici olacaktır diye düşünüyorum. Hayatımı sadece rutin ritüelleri takip ederek, amaçsızca ve anlamsızca heder ettiğim düşüncesinin içime katransı bir halde yayıldığı şu günlerde, onun yaşam hikayesini hayranlıkla okudum. O da benim şu an olduğum yaşlarda, benim şu an yaşadığım ruhsal karmaşaları yaşamış, ama sonrasında çok büyük işler başarmış. Azmine, cesaretine, kararlılığına hayran olmamak mümkün değil... Bana da iyi ve anlamlı bir şeyler yapmak için kaybettiğim gücü geri verdi. Teşekkürler Osman Hamdy... (Osman Hamdi'nin hayatının çok güzel bir biçimde romanlaştırılmış hali için Emre Caner'in kaleme aldığı Kaplumbağa Terbiyecisi isimli romanı okumanızı öneririm).











Ab-ı Hayat Çeşmesi tablosundaki aynı isimli çeşme

Arkeoloji Müzeleri'ne ziyaretimden 2 gün sonra ise Galata Mevlevihanesi'ndeydim. 










Mevlevihane'den çıktıktan yarım saat sonra hem heyecandan, hem koşturmadan nefesim kesilmiş biçimde Pera Müzesi’nde bittim.  Fonda ney çalıyor, bense beni bu uzun içsel yolculuğa, sanki yüzme bilmeyen birini kolundan tutup denize atmış gibi atan o adamın eserine saygı ve sevgiyle bakıyordum.







Müzenin mağazasında ise yolculuğumu daha da şaşırtıcı hale getirecek 2 harika kitap buldum. Kitapların birini ayaküstü karıştırırken rastladığım bir sayfa benim için özellikle manidardı. Odama gidip yatağa oturdum. Uzun süre katatonik şizofrenler gibi sallandım. 

Sonra odaya da sığamadım, sokaklara attım kendimi. Başka bir gezegene düşmüş yabancı bir yaratıkmışım gibi, boş gözlerle, deliler gibi gezdim sokaklarda. 


Çaresiz, bir meyhanede aldım soluğu. Oturur oturmaz yan masadaki abilerin konuşmaları dikkatimi çekti. Kadınların hayatının zorluğundan, hep haksızlığa uğradıklarından, çalışan kadın olmanın güçlüklerinden söz ediyorlardı, şaşırdım. Hayatının önemli bir bölümü meyhane masalarında geçmiş biri olarak, hiç karşılaşmadığım bir sahneydi doğrusu. Erkekler rakı masalarında normalde kadınlara söverler.


Abiler Kürt ve solcuydu. Dava konusunda anlaşmazlıklar vardı aralarında. Bu yüzden atışıp duruyorlardı. Arada kulağıma çalınan birkaç güzel cümleyi not etme şansım oldu. "Bizim birbirimize küsecek vaktimiz kalmadı!" diye uyardı masadakileri, yaşı en ileri olan... "Ben hayatım boyunca bir tek şeye hürmet ettim, kararlı duruşa!" dedi diğeri... "Bazı şeyler insan iradesi dışında, insan adına tecelli eder" dedi, bana bu lafıyla bir kadeh daha içiren diğeri...


 

İstanbul'daki son akşamımda ise sema izlemeye gittim. Çok erken gittiğim için semazenlerin Mevlevihane'ye gelişlerine şahit oldum. Arabaların bagajlarından eşyaları, kıyafetleri falan indirmelerini görmek garibime gitti. Sonra da kendi kendime "Cüppesini arakiyesini giyip sokaklarda gezmesini mi bekliyordun!" deyip güldüm. Gelen semazenlerin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı devlet memurları olduğunu öğrenince şaşkınlığım daha da arttı. Mevlevilerin devlet kurumunda çalışmayı kabul etmesi ilginç, devletin o hiç hazzetmediği Mevlevileri bünyesine almayı kabul etmesi daha daha ilginç!

O arada, kadın semazenlerin varlığına izin verilen tek Mevlevihane'ye gittiğimi sanarak yanıldığımı fark ettim. Yanlışlıkla oraya değil, 1,5 km uzağındaki başka bir Mevlevihane'ye gitmişim. Kaderin cilvesi... 

Sema töreni olağanüstü etkileyiciydi. Özellikle semanın başında öğrencileri tek tek hocalarının elini öperken onun da her birini başlarından öpmesinden inanılmaz etkilendim. Hatırlayınca şu anda bile tüylerim kabarıyor.

Onlar döndü, ben döndüm... Onlar "Hu!" çekti, ben titredim. Hayatımın en tarifsiz anlarından biriydi.














Bu arkadaşımız sema salonunu kendine yer edinmiş :) Semadan önce ortalıkta dolaşıp duruyordu. Hatta sema sırasında semazenlerin ayaklarının dibinde gezip durduğu da oluyormuş! :D Kedi-i Kamil koydum adını! :DDDD


Kedi-i Kamil :DDD

Günler sonra İstanbul'daki bu doyurucu anları ardımda bırakıp, Mudanya’ya giderken, deniz otobüsünde uyuyakaldım. Bir ara uyandığımda son zamanlarda hep olduğu gibi, yine normalde bilmediğim bir dili rüyamda çok akıcı bir biçimde konuşuyordum. Bu kez üşenmeyip konuştuğum şeyleri not ettim: “İva sosyetel” diyordum. Bir de “yeni yedep”. Bu kez nerelerde geziyorum, nerelere gidiyorum, bilinmez... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder