30.7.14

MerMok Fest - Haziran'2010

Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine... Bu gezinin özeti bu! İyi ki de öyle yaptık.. İyi ki hep tersine gittik. Hayat böyle güzel...

Cuma günü günlerdir yağan yağmur ve başka sebeplerden ötürü bir türlü toplama-paketleme-motoru yükleme-zincir bakımı işlerini yapamamış olmanın verdiği huzursuzluk ve sinir içindeydim. Hatta bir önceki gece 1.30’a kadar cebelleştikten sonra “gitmiyorum ulan!” deyip devrilip yatmıştım. Sabah da aynı telaş, yetişememe paniği, sinir, stres, türlü aksilikler derken sonunda kendimi Kafes’e atmayı başarabildim. Halimi gören arkadaşlar sağolsunlar hep bir yandan yardım ettiler de biraz sakinleşip insana benzeyebildim. Derken düştük yola... Kulu’da gruba diğerlerinin de eklenmesiyle Voltran’ı oluşturmuş olduk. Kah çiseleyen yağmur, kah bulutların arasından ce eee yapan güneşin eşliğinde, sakin, nispeten sıkıcı bir sürüşle, kimi zaman çok güzel manzaralar da görerek Mersin’e doğru sürdük. En güzel manzaralardan biri pembe Tuz Gölü’ydü.



Arkamızda kalan ekiple sözde otoban girişinde buluşacaktık ama otobanı görünce birden azasımız tuttu ve duramayıp bastık. Neyse, sonra onlarla tekrar birleşip yola düştük. 





Mersin’e yaklaştığımızı bir anda yüzümüze vuran alev gibi rüzgardan hemen anladık. Kamp yerine yaklaştıkça yönlendirme levhaları da sıklaştı. Böylece kampı kolayca bulduk. Motorları park ettik. O sırada “bira ister misiniz?” diyen ilahi bir ses duydum “ses”in elinden birayı çevik bir hamleyle hemen kaptım. Çadır vesaire angarya işleri de bitirdikten sonra bizi masalarına davet eden Mersin’li arkadaşlarla hoş beş ettik. Nasıl olduysa yolu Mersin Fest’e düşmüş olan Çek arkadaşları bozdurduk (ay ne ayıp! böyle de şaka yapılmaz ki! ). Çek arkadaşlarla birbirimize Nazdrava- Şerefe! falan demeyi öğretmeye çalıştık. Şarkı türkü söyleyip geceyi bitirdik.



Ertesi sabah her kampta olduğu gibi kargalarla beraber uyandım. Kahvaltı telaşından sonra “biz sürmeye doymadık” ekibi olarak, 58 derece Mersin sıcağında, üzerimizde tiftik battaniyelerimizle (!) yine yola döküldük. Döküldük derken ne iyi ettiğimi birazdan anlayacaksınız.



Efendim, “biz sürmeye doymadık” ekibi olarak Ankara’da çizdiğimiz rota bile akıllı adam işi değildi. Biz o rotayı Erdemli’de sildik! Ama sonra nasıl bir rota çizdik şu an bile bilmiyorum! Çünkü gittiğimiz ya da kaybolduğumuz, her neyse, yollar ne haritada vaaar, ne guugılda vaar!



Başta eh işte kıvamında kalitesi olan yollar kısa bir süre sonra bozuk asfalta, sonra stabilizeye, sonra toprak-mıcırlı yollara, sonunda da kafam kadar (ki kafam büyüktür) taşların olduğu, toprak bir parkura dönüştü. O noktada ekibin diğer üyeleri bana “emin misin?” diyen gözlerle baktılar, ben de “bi gidelim bakalım yeav!” dedim ve devam ettik.



Uzunca bir süre taşların üstünde hoplaya zıplaya, motorun altını vura vura, kıçımızın kemiklerini kıra kıra gittik. Gerçekten zor ve kırıcı bir parkurdu. Motorun kıçı kaya kaya, bazı yerlerde Yusuf ve hatta yakın bir arkadaşını da yanımıza alarak sürdük. Sanırım 3 kez su geçişi yaptık. Ben tabii ki yine çok korktum ama tabii ki yine yaptım.



Yaptığımız yolun nerelerden geçtiğinin artık farkında bile değildik. En son kısımda uzun bir süre gevşek mıcırlı bir rampadan inerek son ter damlalarımızı da bıraktıktan sonra Hacıalanı diye bir yere vardık ve o an hacı olduk!



Hacıalanı’nda yerel halk bizle 3 gün boyunca olacağı gibi çok yakından ilgilendi. Nereden geliyorsunuz? Neden böyle bir manyaklık yapıyorsunuz? Biz kürklü montla otururken (hakkaten öyleydi) siz niye böyle vıcık vıcıksınız? Aynı yolu dokuzuncu kere tarif ediyorum, neden hala anlamıyorsunuz? gibi sorular... Şaka bir yana, 5 köylüyle konuştuysak beşi de farklı tarif verdi. “Abi şu rampayı çıkacan, hemen sağda yoğuş var ona dönme, soldan aşaa in”, “Abi sen burdan düz git, ilerde mavi boyalı bi tane ev var, tek bir ev, onun yanından sağa dön” gibi beş bin farklı tarif alıp, zaten fındık kadar kalmış beyinlerimizi de orada bıraktıktan sonra artık tamamen sezgisel bir biçimde yeniden düştük yola..




Daracık yollarda bir kamyoncunun arkasına takıldık. Adamcağız bize güç bela yol verdi. Dıt yapıp el sallayıp sırıtarak geçtik. İlerde fotoğraf çekmek için durunca adam bizi yine geçti. Yine kıçına takıldık. Yine yol verdi. Aynını bir kere daha yaptıktan sonra bile adamın hala yol vermeye çalıştığını ve gülümsediğini görmek gerçekten hacı olduğumuza, adamınsa evliya olduğuna dair inancımı güçlendirdi!



İşin en komik yanı, on farklı kişinin on farklı tarif verdiği yolda hiçbir sapak görmeden Karahacılı mıydı neydi öyle bir yere çıkmamız oldu ve neyi yanlış yaptığımızla ilgili hala hiçbirimizin hiçbir fikri yok!



Neyse işte o adını unuttuğum yerde bizi yine yerel halkın kültür ateşesi Mehmet abi karşılayıp masasına oturttu. Adamcağız askerliğini Ankara’da yapmış. O askerlik yaptığı sırada Ankara 10 kişinin yaşadığı küçük bir sokakmış sanırım. “Davulcu Nazmi Örs’ü tanıyo musun?”, “bilmemkimi tanıyo musun?” gibi sorulardan takriben 76 tane sorunca artık hepimiz gülmeye başladık. O da bütün saflığıyla, kirlenmemişliğiyle gülerek bizim neşemize katıldı. Sonra da Çubuk barajına falan taktı kafayı ama, yine de sevdik Mehmet Abi’yi...






Yine garip garip yollardan giderek bir şekilde anayola çıkabildik. Sözde günün ikinci kısmı için planladığımız rotanın devamını yapacaktık ama sıcağın, taşların üstünde tepinmenin, tozun toprağın etkisiyle biraz sersemlemiş ve yorulmuştuk. Bu yüzden devam etmememin daha sağlıklı olacağına karar verdik.



Hiç değilse Limonlu’ya kadar gidip (30-40 km idi sanırım) bir çay içip dönelim dedik. Gene bir sürü garip yol tarifinden sonra mahalle içi gibi bir yere döndürdük gidonları. Bir süre çoluk çombalak arasında seyrettikten sonra yol bir anda 2 metre genişliğe indi ve sert hairpinler eşliğinde rampaya sarmaya başladı. O sırada kadim dostum Yusuf diğer arkadaşlarını da alarak arkama oturdu! Bir süre daha “Allahım nolur burdan dönmeyelim! Nolur başka bir yol olsun!” dualarım eşliğinde çıktıktan sonra işin yine boka sardığını düşünerek geri dönmeye karar verdik. O an yaşadığım korkuyu anlatamam. Beni eskiden tanıyanlar neredeyse zırlayacak olduğumu bilir. Allahtan diğerleri hadi hop diyip hemen gaza bastılar. Kısa bir duraksama dahi olsa kesin kalırdım orada. Birinci viteste bağıra çağıra indik nitekim. Pek de korktuğum gibi olmadı, yine her zamanki gibi en büyük düşmanım kendi kaygılarımmış işte...

Sonunda kampa döndük. Sahilde bira keyfi, sohbet muhabbet falan derken akşam oldu. Yemekten sonra şenlik alanının gürültüsü fazla gelmeye başlayınca kendimi yine sahile attım ve neredeyse yatana kadar orada kaldım.

Son gün sabahın köründe uyandı(rıldı)m. Toparlanıp dönüş yoluna düştük. Dümdüz gitmeyelim, Mut-Gülnar-Ermenek yapalım, yolu uzatalım dedik.






Nefis manzaralı, yol kalitesi de çoğu yerde iyi olan bol virajlı, uçurumlu enfes yollarda süzüle süzüle gittik. Anlatılması mümkün olmayan kısımlardan biri bu... Allahtan yolda bir ara sıcak çarpması gibi bir şey geçirip biraz mola verme ihtiyacı duydum da bu kez birkaç fotoğraf çekme fırsatım oldu.









Bir yerde öğle yemeği molası verdik. Yemekten sonra bolca mıcır, çamur bataklıkları falan gördük ama öyle olağanüstü manzaralar gördük ki hepsini unuttuk. Özellikle Taşkent miydi, Taşkale miydi, orası harikaydı. Indiana Jones filmlerindeki kanyon görüntüleri vardır ya hani, aynı öyle... Kıvrıla kıvrıla tırmanıp indiğimiz yollar, nadide taş heykeller gibi duran koca dağlar, o koca kanyon... Olağanüstü bir manzaraydı.





18.30 gibi Konya yakınlarında bir yerde durduk. Saatlerdir yoldaydık ve daha Konya’ya bile gelmemiştik! Gece 24.30’da Ankara’ya varana kadar dişimizi sıkıp çok şükür sağ salim yolu bitirdik ama 15 küsür saatlik yolculuğun sonunda hepimiz biraz yamulmuştuk.

Onlar olmasa belki de benim için hep hayal olarak kalacak yaşantıları bana verdikleri cesaret ve güçle gerçeğe dönüştüren sevgili dostlara teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder