30.7.14

MerMok Fest - Haziran'2010

Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine... Bu gezinin özeti bu! İyi ki de öyle yaptık.. İyi ki hep tersine gittik. Hayat böyle güzel...

Cuma günü günlerdir yağan yağmur ve başka sebeplerden ötürü bir türlü toplama-paketleme-motoru yükleme-zincir bakımı işlerini yapamamış olmanın verdiği huzursuzluk ve sinir içindeydim. Hatta bir önceki gece 1.30’a kadar cebelleştikten sonra “gitmiyorum ulan!” deyip devrilip yatmıştım. Sabah da aynı telaş, yetişememe paniği, sinir, stres, türlü aksilikler derken sonunda kendimi Kafes’e atmayı başarabildim. Halimi gören arkadaşlar sağolsunlar hep bir yandan yardım ettiler de biraz sakinleşip insana benzeyebildim. Derken düştük yola... Kulu’da gruba diğerlerinin de eklenmesiyle Voltran’ı oluşturmuş olduk. Kah çiseleyen yağmur, kah bulutların arasından ce eee yapan güneşin eşliğinde, sakin, nispeten sıkıcı bir sürüşle, kimi zaman çok güzel manzaralar da görerek Mersin’e doğru sürdük. En güzel manzaralardan biri pembe Tuz Gölü’ydü.



Arkamızda kalan ekiple sözde otoban girişinde buluşacaktık ama otobanı görünce birden azasımız tuttu ve duramayıp bastık. Neyse, sonra onlarla tekrar birleşip yola düştük. 





Mersin’e yaklaştığımızı bir anda yüzümüze vuran alev gibi rüzgardan hemen anladık. Kamp yerine yaklaştıkça yönlendirme levhaları da sıklaştı. Böylece kampı kolayca bulduk. Motorları park ettik. O sırada “bira ister misiniz?” diyen ilahi bir ses duydum “ses”in elinden birayı çevik bir hamleyle hemen kaptım. Çadır vesaire angarya işleri de bitirdikten sonra bizi masalarına davet eden Mersin’li arkadaşlarla hoş beş ettik. Nasıl olduysa yolu Mersin Fest’e düşmüş olan Çek arkadaşları bozdurduk (ay ne ayıp! böyle de şaka yapılmaz ki! ). Çek arkadaşlarla birbirimize Nazdrava- Şerefe! falan demeyi öğretmeye çalıştık. Şarkı türkü söyleyip geceyi bitirdik.



Ertesi sabah her kampta olduğu gibi kargalarla beraber uyandım. Kahvaltı telaşından sonra “biz sürmeye doymadık” ekibi olarak, 58 derece Mersin sıcağında, üzerimizde tiftik battaniyelerimizle (!) yine yola döküldük. Döküldük derken ne iyi ettiğimi birazdan anlayacaksınız.



Efendim, “biz sürmeye doymadık” ekibi olarak Ankara’da çizdiğimiz rota bile akıllı adam işi değildi. Biz o rotayı Erdemli’de sildik! Ama sonra nasıl bir rota çizdik şu an bile bilmiyorum! Çünkü gittiğimiz ya da kaybolduğumuz, her neyse, yollar ne haritada vaaar, ne guugılda vaar!



Başta eh işte kıvamında kalitesi olan yollar kısa bir süre sonra bozuk asfalta, sonra stabilizeye, sonra toprak-mıcırlı yollara, sonunda da kafam kadar (ki kafam büyüktür) taşların olduğu, toprak bir parkura dönüştü. O noktada ekibin diğer üyeleri bana “emin misin?” diyen gözlerle baktılar, ben de “bi gidelim bakalım yeav!” dedim ve devam ettik.



Uzunca bir süre taşların üstünde hoplaya zıplaya, motorun altını vura vura, kıçımızın kemiklerini kıra kıra gittik. Gerçekten zor ve kırıcı bir parkurdu. Motorun kıçı kaya kaya, bazı yerlerde Yusuf ve hatta yakın bir arkadaşını da yanımıza alarak sürdük. Sanırım 3 kez su geçişi yaptık. Ben tabii ki yine çok korktum ama tabii ki yine yaptım.



Yaptığımız yolun nerelerden geçtiğinin artık farkında bile değildik. En son kısımda uzun bir süre gevşek mıcırlı bir rampadan inerek son ter damlalarımızı da bıraktıktan sonra Hacıalanı diye bir yere vardık ve o an hacı olduk!



Hacıalanı’nda yerel halk bizle 3 gün boyunca olacağı gibi çok yakından ilgilendi. Nereden geliyorsunuz? Neden böyle bir manyaklık yapıyorsunuz? Biz kürklü montla otururken (hakkaten öyleydi) siz niye böyle vıcık vıcıksınız? Aynı yolu dokuzuncu kere tarif ediyorum, neden hala anlamıyorsunuz? gibi sorular... Şaka bir yana, 5 köylüyle konuştuysak beşi de farklı tarif verdi. “Abi şu rampayı çıkacan, hemen sağda yoğuş var ona dönme, soldan aşaa in”, “Abi sen burdan düz git, ilerde mavi boyalı bi tane ev var, tek bir ev, onun yanından sağa dön” gibi beş bin farklı tarif alıp, zaten fındık kadar kalmış beyinlerimizi de orada bıraktıktan sonra artık tamamen sezgisel bir biçimde yeniden düştük yola..




Daracık yollarda bir kamyoncunun arkasına takıldık. Adamcağız bize güç bela yol verdi. Dıt yapıp el sallayıp sırıtarak geçtik. İlerde fotoğraf çekmek için durunca adam bizi yine geçti. Yine kıçına takıldık. Yine yol verdi. Aynını bir kere daha yaptıktan sonra bile adamın hala yol vermeye çalıştığını ve gülümsediğini görmek gerçekten hacı olduğumuza, adamınsa evliya olduğuna dair inancımı güçlendirdi!



İşin en komik yanı, on farklı kişinin on farklı tarif verdiği yolda hiçbir sapak görmeden Karahacılı mıydı neydi öyle bir yere çıkmamız oldu ve neyi yanlış yaptığımızla ilgili hala hiçbirimizin hiçbir fikri yok!



Neyse işte o adını unuttuğum yerde bizi yine yerel halkın kültür ateşesi Mehmet abi karşılayıp masasına oturttu. Adamcağız askerliğini Ankara’da yapmış. O askerlik yaptığı sırada Ankara 10 kişinin yaşadığı küçük bir sokakmış sanırım. “Davulcu Nazmi Örs’ü tanıyo musun?”, “bilmemkimi tanıyo musun?” gibi sorulardan takriben 76 tane sorunca artık hepimiz gülmeye başladık. O da bütün saflığıyla, kirlenmemişliğiyle gülerek bizim neşemize katıldı. Sonra da Çubuk barajına falan taktı kafayı ama, yine de sevdik Mehmet Abi’yi...






Yine garip garip yollardan giderek bir şekilde anayola çıkabildik. Sözde günün ikinci kısmı için planladığımız rotanın devamını yapacaktık ama sıcağın, taşların üstünde tepinmenin, tozun toprağın etkisiyle biraz sersemlemiş ve yorulmuştuk. Bu yüzden devam etmememin daha sağlıklı olacağına karar verdik.



Hiç değilse Limonlu’ya kadar gidip (30-40 km idi sanırım) bir çay içip dönelim dedik. Gene bir sürü garip yol tarifinden sonra mahalle içi gibi bir yere döndürdük gidonları. Bir süre çoluk çombalak arasında seyrettikten sonra yol bir anda 2 metre genişliğe indi ve sert hairpinler eşliğinde rampaya sarmaya başladı. O sırada kadim dostum Yusuf diğer arkadaşlarını da alarak arkama oturdu! Bir süre daha “Allahım nolur burdan dönmeyelim! Nolur başka bir yol olsun!” dualarım eşliğinde çıktıktan sonra işin yine boka sardığını düşünerek geri dönmeye karar verdik. O an yaşadığım korkuyu anlatamam. Beni eskiden tanıyanlar neredeyse zırlayacak olduğumu bilir. Allahtan diğerleri hadi hop diyip hemen gaza bastılar. Kısa bir duraksama dahi olsa kesin kalırdım orada. Birinci viteste bağıra çağıra indik nitekim. Pek de korktuğum gibi olmadı, yine her zamanki gibi en büyük düşmanım kendi kaygılarımmış işte...

Sonunda kampa döndük. Sahilde bira keyfi, sohbet muhabbet falan derken akşam oldu. Yemekten sonra şenlik alanının gürültüsü fazla gelmeye başlayınca kendimi yine sahile attım ve neredeyse yatana kadar orada kaldım.

Son gün sabahın köründe uyandı(rıldı)m. Toparlanıp dönüş yoluna düştük. Dümdüz gitmeyelim, Mut-Gülnar-Ermenek yapalım, yolu uzatalım dedik.






Nefis manzaralı, yol kalitesi de çoğu yerde iyi olan bol virajlı, uçurumlu enfes yollarda süzüle süzüle gittik. Anlatılması mümkün olmayan kısımlardan biri bu... Allahtan yolda bir ara sıcak çarpması gibi bir şey geçirip biraz mola verme ihtiyacı duydum da bu kez birkaç fotoğraf çekme fırsatım oldu.









Bir yerde öğle yemeği molası verdik. Yemekten sonra bolca mıcır, çamur bataklıkları falan gördük ama öyle olağanüstü manzaralar gördük ki hepsini unuttuk. Özellikle Taşkent miydi, Taşkale miydi, orası harikaydı. Indiana Jones filmlerindeki kanyon görüntüleri vardır ya hani, aynı öyle... Kıvrıla kıvrıla tırmanıp indiğimiz yollar, nadide taş heykeller gibi duran koca dağlar, o koca kanyon... Olağanüstü bir manzaraydı.





18.30 gibi Konya yakınlarında bir yerde durduk. Saatlerdir yoldaydık ve daha Konya’ya bile gelmemiştik! Gece 24.30’da Ankara’ya varana kadar dişimizi sıkıp çok şükür sağ salim yolu bitirdik ama 15 küsür saatlik yolculuğun sonunda hepimiz biraz yamulmuştuk.

Onlar olmasa belki de benim için hep hayal olarak kalacak yaşantıları bana verdikleri cesaret ve güçle gerçeğe dönüştüren sevgili dostlara teşekkür ederim.

12.6.14

Gitmek




Bir yandan aklımda hep gitmek var, hatta gün geçtikçe daha uzaklara gitmek, belki dönmemek üzere gitmek; bir yandan da gitmek her geçen gün daha zor geliyor. 


Gidelim bakalım, bu kez neler görecek, yaşayacağım kimbilir...



Ankara - Antalya - Göcek - Dalyan / Köyceğiz - Akyaka - Bozburun / Datça - Kuşadası - Urla



Eklenen - çıkarılan noktalar olabilir.



Beni özleyin diyesim geliyor da, arkada özleyecek adam bile kalmadı ki doğru dürüst...



Tipik gitme öncesi anksiyetesi ve hüznü içindeyim. Bu aptalca hal bende doğumsal bence...



Öyle...




































Tahtırevanla İstanbul Gezisi



Efendim, malumunuz, gezgin ruhumun parasızlıktan ötürü hasar görmüş olmasından mütevellit, epeydir doğru dürüst yurtiçi ya da yurtdışı geziler yapamamaktaydım. Lakin, saygıdeğer ablam hanımefendinin kışkırtmasıyla, onun İstanbul’a yapacağı iş gezisinin işsiz bir parçası oluverdim ve durumuma uygun olarak, tahtırevanla gitmeye karar verdim. 






İstanbul’a daha önce, çoğu tek başıma ve sadece gezi amaçlı olarak birçok kez gitmiş ancak ne yalan söyleyeyim, ender durumlar hariç, çoğu insanın yaşadığı o duygusal uyarılmayı yaşayamamıştım. Bu kez farklı olması adına, önceden ciddi bir hazırlık yapıp kendime 2 farklı rota çizdim: 1. gün için Beyoğlu ve 2. gün için Fatih. 

Tahtırevanımdan inip Taksim’e ulaştıktan sonra yürüyüşüme başladım. Bu kez bir yabancı gibi, ki öyleyim, gezdim. Fark ettim ki İstanbul mimari harikası eski binaları, çeşit çeşit insanları, her yandan fışkıran turistleri, kaldırımlara taşan butik kafeleri ve dar sokaklarıyla gerçekten turistik bir Avrupa şehrine benziyor. Bu gözle bakınca kendimi sık sık yurt dışındaymışım gibi hissettim. Özellikle de Avrupa’da ne zaman rastlasam “Bir insan bu dükkana ne almak için gelir? Burası ne dükkanı?” diye şaşırdığım, satılan ürün sayısının otuzu geçmediği, ürünlerin ise birbiriyle hiçbir alakası olmayan (1 lamba, 3 kutu şekerleme, 2 bluz vb.) o dükkanlardan her yerde olduğunu görünce her şey daha da garipleşti. 






Gezimin en önemli durakları, deliler gibi Maison Française okuduğum günlerde sayfalarda sıklıkla karşıma çıkan Cihangir ve Çukurcuma idi. Cihangir’den aklımda eski evler, butik dükkanlar ve kafeler kaldı; Çukurcuma’dan ise antika dükkanları, dar sokaklar ve yokuşlar... Gezmek üzere kaydettiğim dükkanları ise ne haritada, ne gerçekte bulamadım. Çok da uğraşmadım açıkçası. Ama karşıma çıkıveren, zihninin çalışma biçimini kendiminkine benzettiğim, sayın Porof Zihni Sinir’in dükkanını gezmemek olmazdı.






Buraları arkamda bırakıp, sonraki durağım olan İstanbul Modern’e doğru yürürken, daracık, bomboş bir sokakta karşıma neon ışıklarıyla “Cezayir Sokağı” yazan bir kapı çıktı. Kapının ardına bakınca yukarı doğru uzayan merdivenleri iki yanlı kuşatan şirin mi şirin barların olduğu, rengarenk bir cennet gördüm. Kendimi “beni ye!” yazan keki yiyip bir delikten aşağı düşmüş ve gözünü muhteşem bir yerde açmış Alice gibi hissettim!Tabii ki İstanbul Modern’e “kibarca bir baybay” diyerek, düştüğüm bu büyülü dünyanın tadını çıkarmaya koyuldum. Sokağın hikayesini sorduğum garsonun anlattığı hikayeye göre, sokağı 2000 bilmem kaç yılında Fransızlar alıp biçimlendirmiş ve sonra de bizimkiler Fransızlardan satın almışlar. Fransız eli değdiği o kadar belli ki! Eleştirdiğim yönleri bir yana, Tanrı Avrupalıların sanatsal zevkine zeval vermesin!

Oradayken özellikle de sokağın alınıp satılması kısmı olmak üzere bu garip hikayeyi pek anlamamış, garson beni yiyor herhalde diye düşünmüştüm. Zaten inanılacak sözlere inanmamak, inanılmayacak sözlere ise inanmak konusunda üstüme adam tanımıyorum. Az önce yaptığım taramanın sonucunda, sokağın İstanbul’un tarihi, sanatsal ve kültürel değerlerini canlandırmak ve çok kültürlü yapısını hatırlamak amacından doğduğunu ve sürecin gerçekten sokaktaki tüm binaların bir şirket tarafından satın alınmasıyla başladığını, adının gerçekte Fransız Sokağı olduğunu, ancak Fransa’nın soykırım yasasını kabul etmesinin ardından, Fransızların Cezayir’de yaptığı soykırıma ithafen Cezayir Sokağı olarak değiştirildiğini öğrendim. Hem hikayesiyle hem varlığıyla beni çok etkileyen bu sokak hakkında detaylı bilgi için http://www.fransizsokagi.com/ ve http://blog.milliyet.com.tr/cezayir-sokagi/Blog/?BlogNo=347449 adreslerini ziyaret edebilirsiniz. 







Kek etkisini yitirmeye başlayınca yeniden yollara düştüm. Önce Kız Kulesi’ne mi gitsem diye düşündüm. Baktım çok uzak, ben de epey yorulmuşum, otele (Gülhane Corner Hotel) gidip biraz istirahat etmeye karar verdim. Tramvaya atlayıp tam Sirkeci – Gülhane durakları arasında kalan bölgede yer alan otelime geldim. Otelimi http://www.sosrooms.com/tr üstünden, oda + kahvaltı 40 liraya ayarlamıştım. Bu oteli seçmemin en önemli sebepleri ucuzluğu ve gezimin ikinci ayağı olan bölgeye yürüme mesafesinde olmasıydı. Otelimin yerine, yeni ve şirin oluşuna, önünden tramvay geçmesine, sokağın rengarenkliğine bayıldım. 










Buranın şimdiye kadar İstanbul’da en çok sevdiğim yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple, aslında Asmalımescit’te bitirmeyi planladığım günü, hiç düşünmeksizin burada bitirmeye karar verdim. Sokağa taşmış masalardan birinde oturup, yazarak ve sıcak şarap içerek anın tadını çıkardım. 

Ertesi sabah martıların kokona kahkahalarına benzer sesleriyle kalkıp kahvaltımı ettikten sonra otelden ayrılıp mühim bölgeye doğru yürümeye başladım. 







Önce Topkapı Sarayı’nı gezdim (Bunu aptal gibi Müzekart almadan yaptığım için 40 lira ödemek zorunda kaldım ama revadır). Her şeyden önce, Topkapı Sarayı saray olarak enfesti. Bence o meşhur Kaşıkçı Elması bile, bahçelerin güzelliği ve muhteşem İstanbul manzarasının yanında değersiz kalır. 














2008 yılının Ekim ayında görev gereği Paris’e gitmiştim. Zaten gezgin ruhlu olmam ve üstüne üstlük bu seyahatin doğumgünüme denk gelmesi sebebiyle birkaç gün de izin alıp, bir güzel gezmiştim. Şato ve kalelere hep merak ve hayranlık duymuş biri olarak kendime Normandiya gezisi hediye etmiş, birçok şato ve kale gezme şansı bulmuştum. Hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biriydi. Konunun epey dışına taştım ama, şunu diyeceğim, kaderin cilvesine bak ki kendi memleketimdeki sarayları görmek, gevurunkilerden sonraya rastladı. Ancak hem onlardan hem Topkapı’dan bana kalan muhteşem bahçelerinden aldığım zevk ve merdivenlerden inerken üstümdeki hayali pembe tuvaletin yarattığı hışırtıydı. Oldu olacak hayran olduğum Chambord Şatosu'nun bir tane fotoğrafını koyayım: 





Sarayda en çok ilgimi çeken nokta, padişahların tılsımlı gömlekleri oldu. Oradayken bir bilgiye ulaşamadım ama şimdi okuduklarıma göre bu gömleklerin üzerindeki şifreler hala çözülememiş. Hayatta bir tane de cevabı bulunmuş soruya takılsam Kızılay Meydanı'nda soyunacağım zaten! Doç. Dr. Hülya Tezcan da bu konuya benim gibi kafayı takmış ki ''Topkapı Sarayı Koleksiyonundan Tılsımlı Gömlekler'' adlı bir kitap yazmış. 






Kendisi şöyle diyor: ''Saray için hazırlanan gömlekler devrinin ünlü hattatları, nakkaşları, ulema ve devrin ünlü astronomlarının müşterek çalışmasıyla ortaya çıkan eserlerdir. Üstün nitelikli bu eserlerin, giyeni nazardan, her türlü kötülükten, hastalıklardan koruyacağına inanılmıştır. Savaşta giyeni koruduğuna ve hatta görünmez kıldığına inanılan gömlekler sevgi, dostluk ve güç vermesi için hazırlanırdı''. Murat Bardakçı ise Habertürk’te şöyle yazmış: “Gömleklerin üzerinde üçgeninden çokgenine kadar çeşit çeşit geometrik şekiller var. Üçgenler iyi niyetlere yarıyor, kare ve dikdörtgenler kem gözleri kör ediyor, altıgenler Hazreti Davud’un sembolü sayılıyor muskaların yerini tutuyor, el şekli Kuzey Afrika’dan gelen bir inanca dayanıyor ve Hazreti Fatma’nın elini temsil ediyor, hilâl “kötü varlıkların saldırısından” koruyor, uc uca getirilmiş üç karenin oluşturduğu “beduh” denilen üçgenler tılsımın yerini tutuyor.” 

Bu gömlek mevzusunu okumaya ve anlatmaya başlasam yazının sonu gelmez. Ama meraklılarına araştırmalarını öneririm. 

Buraya kadar gelip haremi gezmemek olmaz diyerek daldım içeri. Buranın havası sarayın diğer bölümlerinden oldukça farklıydı. Öncelikle, tabii ki tesadüf olmasa gerek, gezim boyunca gördüğüm tek ayna buradaydı. Ayrıca, haremin kendisi de tıpkı orada yaşamış kadınların ruhları gibi sayısız koridorlar, birbirlerine bağlanan odalar ve geçitler ihtiva ediyordu. Duvarlardaki çini işlemeler bile daha karmaşıktı. 






Sonuç olarak, Topkapı Sarayı gezimi huşu içinde bitirdim. Bir gün, ama bu kez rehber eşliğinde, yeniden gezmeyi çok isterim. 

Topkapı’dan sonra Ayasofya’yı gezdim. Benzer kiliseleri Avrupa’da çokça gezdiğimden ve Hristiyan temalarının Müslüman temalarıyla kamufle edilmeye çalışılmasından biraz rahatsız olduğumdan, çok büyük bir heyecan yaşamadım. 









Gezinin beni en çok heyecanlandıran kısımlarından biri, ikinci kata çıkarken döne döne geçtiğimiz tüneller oldu. Bu kez de elinde şamdanıyla yürüyen, siyah pelerinli bir rahiptim. Ama en çok etkilendiğim yer, tam camiden ayrılmak üzereyken tesadüfen karşıma çıkan vaftizhane avlusu oldu. 





Ayasofya’dan sonraki durağım, yine çok merak ettiğim yerlerden biri olan Yerebatan Sarnıcı idi. 










Zaten karanlığı, suları ve dev balıkları ile çok garip ve etkileyici bir yer iken, bir de sürekli ney yayını yapılmasıyla gerçekten sıradışı bir hal almıştı. Yerebatan’dan çıktıktan sonra bacımla buluştuk. Kapalı çarşıyı, Sultanahmet ve Süleymaniye Camilerini beraber gezdik. Hepsi çok etkileyiciydi. 









Akşam ablamın arkadaşlarıyla Yeşilköy’de çok şirin bir yerde yemek yiyip kafaları çektik. 

Ertesi gün ise çok sevdiğim ve özlediğim bir dostumlaydık. Bizi tüm gün oradan oraya gezdirdi. Ne şans ki, duraklarımız arasında iki gün önce gitmeyi isteyip vazgeçtiğim Kız Kulesi de vardı. 






Beylerbeyi, Vaniköy derken, sahilde harika bir gezinti yapıp, bir sürü şirin yerde mola verdik. Dostumdan aldığımız sakin, sevecen ve olumlu enerjiyi de kalbimize koyup, yüzünü Ankara’ya çevirmiş tahtırevanlarımıza atladık. İşte bu güzel bir İstanbul gezisiydi!




11.6.14

Yan Yan Güneydoğu'ya - 5

Sabah dünyalar güzeli Mardi’ye ve Mardin’e veda edecek olmanın hüznüyle uyandım. Urfa’ya bilet alacağım yazıhaneye gittim. Oradaki sevimli kızcağızla uzun uzun sohbet ettik. Bir ara “Tüm dünyada bir araştırma yapılmış. Eşşeğini en çok seven Mardinlilermiş” dedi.  Ben de “Buna bir hayvansever olarak çok sevindim!” diye haykırdım! :DDDDD Sonra ne kadar koca kafalı bir eşşek olduğumu anlayıp yerin dibine girdim. Kızcağızın “eşlerini” dediğini ben “eşşeğini” diye anlamışım! :DDDDD

Bu eşşekliğimi geride bırakıp Urfa otobüsüne bindim. 3 saat sonra Urfa’daydım. 2 dolmuş değiştirip Öğretmenevi’ne vardım. Çantayı bırakıp hemen şehir merkezine yollandım.

Urfa Mardin’den sonra kocaman, kalabalık, kirli, çirkin bir şehir olarak göründü gözüme. Önyargılı olmamak ve olumlu düşünmek için kendimi epey zorladım.

Çarşıda satılan yerel giysiler

Gezmeye başlamadan önce yemek yemek için bir restorana oturdum. Kısa bir zaman sonra karşımdaki masaya, yüzü bana dönük biçimde bir adam oturdu ve gözünü ayırmadan bana bakmaya başladı. “Bu kez dalaşmayacağım, bakarsa baksın” diyerek makarnamı yemeye devam ettim. Yemeğimin bitmesine az kala kalkıp gitti. Yemekten sonra ben de çıkıp yürümeye başladım ancak kısa bir süre sonra adamın beni takip ettiğini fark ettim. Bu uzun süre devam etti. Bir yandan zihnimden Aikido hareketlerini geçirirken bir yandan acaba birilerinden yardım istesem tepkileri ne olur diye düşünüyordum. Biliyorsunuz polis ve halk böyle durumlarda genelde kadına suçlu muamelesi yapıp erkeği koruyor. Kendimi zihinsel olarak her şeye hazırladıktan sonra Ulu Cami’nin avlusuna girdim. Kısa bir süre sonra adam da geldi. Avluda sadece ikimiz vardık. Gözünün içine bakarak “çok kibar ve sevgi dolu” bazı şeyler söyledim. Yürüyüp gitti ve bir daha görünmedi. Ama benim asabım epey bozuldu.

Dikkatimi yeniden geziye vermeye ve neşelenmeye çalıştım ama şehrin ve insanların havası beni boğdu. O ağır İslami hava, cinsiyetler arasındaki derin uçurum, dini müzikler, Kur’an kursu ilanları, herkesin aile olarak dolaşıyor olması, kalabalık, erkeklerin “erkek erkek”, pis pis bakışları ve en kötüsü de  o muhafazakar kapak azıcık aralandığında havaya yayılan testosteron kokusu nefesimi tıkadı! Bunu daha önce sadece bir kere, Konya’da yaşamıştım.

Sevmedim işte. Kalbim Mardin’e nasıl çabucak sırnaşıverdiyse, Urfa’dan da öyle çabucak uzaklaştı.

Neyse ki Ayn Zeliha Gölü ve Balıklı Göl’de biraz rahatladım. Dünyanın en tombul ve şımarık balıklarını görmek ve asla avlanmayacaklarını düşünmek beni neşelendirdi. Garsonun tavsiyesine uyarak içtiğim menengiç kahvesine ise deli oldum!

Balıklıgöl'ün şanslı ve mutlu balıkları

Ayn Zeliha Gölü'ne nazır menengiç kahvesi keyfi
Ayn Zeliha Gölü

Ayn Zeliha Gölü


Menengiç kahvemi içerken bir yandan da notlarıma baktım. Gezmek üzere not aldığım yerlerin hiçbiri cazip gelmedi. Dikkatimi Harran ve Halfeti’ye yoğunlaştırmaya karar verdim.  



Buradan sonra diğer durağım olan Gümrükhan’a geçtim. Eski bir hanın avlusuna yerleşmiş çay bahçeleri vardı. Birinde oturup bir menengiç kahvesi daha içtim. Yine birkaç dakika içinde yan masaya bir adam oturup gözünü ayırmadan bakmaya başladı. "Başlarım sizin hanınızdan da sizden de, bir huzur vermediniz be!" deyip kalktım ve yürümeye başladım. Bir kuyumcunun kapısında temiz yüzlü bir delikanlı vardı. Ona sıkıntımı anlattım ve rahat edebileceğim bir restoran sordum. “Abla ben de Urfa’lıyım ama nalet bir yer burası!” dedi. Bana bir restoran önerdi. Taksiciye de “Abla misafirimiz!” mesajı verdi sağolsun. O restoranda bir karış suratımla karnımı doyurup merak ettiğim şıllık tatlısından yedim. Fena değildi.

Meşhur şıllık tatlısı

O sırada orada kendimi iyi hissetmediğimi itiraf ettim ve dönmeyi düşünmeye başladım. Otobüsle mi gitsem, uçakla bugün mü gitsem, canımı sıkmayıp kalsam ve keyfime mi baksam falan diye bir girdaba girdim. Odaya vardığımda da aynı düşünceler içindeydim. Şöyle böyle derken ertesi gün dönmeye ama uçak saatime kadar da kaç para olursa olsun Harran’a gidip gelmeye karar verdim. Bana kartını veren taksiciyi aradım. Sabah 7’de beni alması için anlaştık. Sonrasında da çok seviştiğimiz oda arkadaşımla harika vakit geçirdik.

Uçağım 11.30’da olduğu için sabah erkenden taksiye atlayıp Harran’a doğru yola çıktım. Harran’ın kubbeli evlerini gezdim. Sonra da dönüşe geçtim.

Harran'ın kubbeli evleri

Harran'ın kubbeli evleri

Yerli kadın

Harran'ın kubbeli evleri

Harran'ın kubbeli evleri ve yerli kadın


Sonuçta sadece Halfeti eksik kaldı. O da Urfa’nın bana borcu olsun.

Böylece, normalde 1 Ocak’ta dönmüş olacakken yılbaşı günü evde oldum ve sevdiklerimle çok güzel bir yılbaşı geçirdim.

Benzer bir seyahati turla yapsaydım belki daha ucuz ve güvenli olabilirdi ama o durumda da halkla kaynaşmak, abbaralarda kaybolmak, dolmuşa binmek gibi beni oralı gibi hissettiren anları yaşayamazdım. Mezarlıkta fotoğraf çekemezdim. Oranın gerçeğini göremezdim.

Defterimin bir yerine şunları not almışım: Türkiye deyince ne kadar az şey anlıyormuşum meğer, bu ülkeye ne büyük haksızlık! 2 hafta arayla ülkenin en Batılı ve en Doğulu hallerini görüp, onlarca farklı kültüre bulanınca, bu ülkeyi “mozaik” olarak tanımlayan kişiyi alnından öpesim geliyor. Dünyada her köşesi ayrı bir ülke olan böyle kaç tane ülke vardır, bilmiyorum.

Nicelerine...

Harran'da çocuk olmak...