12.6.14

Tahtırevanla İstanbul Gezisi



Efendim, malumunuz, gezgin ruhumun parasızlıktan ötürü hasar görmüş olmasından mütevellit, epeydir doğru dürüst yurtiçi ya da yurtdışı geziler yapamamaktaydım. Lakin, saygıdeğer ablam hanımefendinin kışkırtmasıyla, onun İstanbul’a yapacağı iş gezisinin işsiz bir parçası oluverdim ve durumuma uygun olarak, tahtırevanla gitmeye karar verdim. 






İstanbul’a daha önce, çoğu tek başıma ve sadece gezi amaçlı olarak birçok kez gitmiş ancak ne yalan söyleyeyim, ender durumlar hariç, çoğu insanın yaşadığı o duygusal uyarılmayı yaşayamamıştım. Bu kez farklı olması adına, önceden ciddi bir hazırlık yapıp kendime 2 farklı rota çizdim: 1. gün için Beyoğlu ve 2. gün için Fatih. 

Tahtırevanımdan inip Taksim’e ulaştıktan sonra yürüyüşüme başladım. Bu kez bir yabancı gibi, ki öyleyim, gezdim. Fark ettim ki İstanbul mimari harikası eski binaları, çeşit çeşit insanları, her yandan fışkıran turistleri, kaldırımlara taşan butik kafeleri ve dar sokaklarıyla gerçekten turistik bir Avrupa şehrine benziyor. Bu gözle bakınca kendimi sık sık yurt dışındaymışım gibi hissettim. Özellikle de Avrupa’da ne zaman rastlasam “Bir insan bu dükkana ne almak için gelir? Burası ne dükkanı?” diye şaşırdığım, satılan ürün sayısının otuzu geçmediği, ürünlerin ise birbiriyle hiçbir alakası olmayan (1 lamba, 3 kutu şekerleme, 2 bluz vb.) o dükkanlardan her yerde olduğunu görünce her şey daha da garipleşti. 






Gezimin en önemli durakları, deliler gibi Maison Française okuduğum günlerde sayfalarda sıklıkla karşıma çıkan Cihangir ve Çukurcuma idi. Cihangir’den aklımda eski evler, butik dükkanlar ve kafeler kaldı; Çukurcuma’dan ise antika dükkanları, dar sokaklar ve yokuşlar... Gezmek üzere kaydettiğim dükkanları ise ne haritada, ne gerçekte bulamadım. Çok da uğraşmadım açıkçası. Ama karşıma çıkıveren, zihninin çalışma biçimini kendiminkine benzettiğim, sayın Porof Zihni Sinir’in dükkanını gezmemek olmazdı.






Buraları arkamda bırakıp, sonraki durağım olan İstanbul Modern’e doğru yürürken, daracık, bomboş bir sokakta karşıma neon ışıklarıyla “Cezayir Sokağı” yazan bir kapı çıktı. Kapının ardına bakınca yukarı doğru uzayan merdivenleri iki yanlı kuşatan şirin mi şirin barların olduğu, rengarenk bir cennet gördüm. Kendimi “beni ye!” yazan keki yiyip bir delikten aşağı düşmüş ve gözünü muhteşem bir yerde açmış Alice gibi hissettim!Tabii ki İstanbul Modern’e “kibarca bir baybay” diyerek, düştüğüm bu büyülü dünyanın tadını çıkarmaya koyuldum. Sokağın hikayesini sorduğum garsonun anlattığı hikayeye göre, sokağı 2000 bilmem kaç yılında Fransızlar alıp biçimlendirmiş ve sonra de bizimkiler Fransızlardan satın almışlar. Fransız eli değdiği o kadar belli ki! Eleştirdiğim yönleri bir yana, Tanrı Avrupalıların sanatsal zevkine zeval vermesin!

Oradayken özellikle de sokağın alınıp satılması kısmı olmak üzere bu garip hikayeyi pek anlamamış, garson beni yiyor herhalde diye düşünmüştüm. Zaten inanılacak sözlere inanmamak, inanılmayacak sözlere ise inanmak konusunda üstüme adam tanımıyorum. Az önce yaptığım taramanın sonucunda, sokağın İstanbul’un tarihi, sanatsal ve kültürel değerlerini canlandırmak ve çok kültürlü yapısını hatırlamak amacından doğduğunu ve sürecin gerçekten sokaktaki tüm binaların bir şirket tarafından satın alınmasıyla başladığını, adının gerçekte Fransız Sokağı olduğunu, ancak Fransa’nın soykırım yasasını kabul etmesinin ardından, Fransızların Cezayir’de yaptığı soykırıma ithafen Cezayir Sokağı olarak değiştirildiğini öğrendim. Hem hikayesiyle hem varlığıyla beni çok etkileyen bu sokak hakkında detaylı bilgi için http://www.fransizsokagi.com/ ve http://blog.milliyet.com.tr/cezayir-sokagi/Blog/?BlogNo=347449 adreslerini ziyaret edebilirsiniz. 







Kek etkisini yitirmeye başlayınca yeniden yollara düştüm. Önce Kız Kulesi’ne mi gitsem diye düşündüm. Baktım çok uzak, ben de epey yorulmuşum, otele (Gülhane Corner Hotel) gidip biraz istirahat etmeye karar verdim. Tramvaya atlayıp tam Sirkeci – Gülhane durakları arasında kalan bölgede yer alan otelime geldim. Otelimi http://www.sosrooms.com/tr üstünden, oda + kahvaltı 40 liraya ayarlamıştım. Bu oteli seçmemin en önemli sebepleri ucuzluğu ve gezimin ikinci ayağı olan bölgeye yürüme mesafesinde olmasıydı. Otelimin yerine, yeni ve şirin oluşuna, önünden tramvay geçmesine, sokağın rengarenkliğine bayıldım. 










Buranın şimdiye kadar İstanbul’da en çok sevdiğim yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple, aslında Asmalımescit’te bitirmeyi planladığım günü, hiç düşünmeksizin burada bitirmeye karar verdim. Sokağa taşmış masalardan birinde oturup, yazarak ve sıcak şarap içerek anın tadını çıkardım. 

Ertesi sabah martıların kokona kahkahalarına benzer sesleriyle kalkıp kahvaltımı ettikten sonra otelden ayrılıp mühim bölgeye doğru yürümeye başladım. 







Önce Topkapı Sarayı’nı gezdim (Bunu aptal gibi Müzekart almadan yaptığım için 40 lira ödemek zorunda kaldım ama revadır). Her şeyden önce, Topkapı Sarayı saray olarak enfesti. Bence o meşhur Kaşıkçı Elması bile, bahçelerin güzelliği ve muhteşem İstanbul manzarasının yanında değersiz kalır. 














2008 yılının Ekim ayında görev gereği Paris’e gitmiştim. Zaten gezgin ruhlu olmam ve üstüne üstlük bu seyahatin doğumgünüme denk gelmesi sebebiyle birkaç gün de izin alıp, bir güzel gezmiştim. Şato ve kalelere hep merak ve hayranlık duymuş biri olarak kendime Normandiya gezisi hediye etmiş, birçok şato ve kale gezme şansı bulmuştum. Hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biriydi. Konunun epey dışına taştım ama, şunu diyeceğim, kaderin cilvesine bak ki kendi memleketimdeki sarayları görmek, gevurunkilerden sonraya rastladı. Ancak hem onlardan hem Topkapı’dan bana kalan muhteşem bahçelerinden aldığım zevk ve merdivenlerden inerken üstümdeki hayali pembe tuvaletin yarattığı hışırtıydı. Oldu olacak hayran olduğum Chambord Şatosu'nun bir tane fotoğrafını koyayım: 





Sarayda en çok ilgimi çeken nokta, padişahların tılsımlı gömlekleri oldu. Oradayken bir bilgiye ulaşamadım ama şimdi okuduklarıma göre bu gömleklerin üzerindeki şifreler hala çözülememiş. Hayatta bir tane de cevabı bulunmuş soruya takılsam Kızılay Meydanı'nda soyunacağım zaten! Doç. Dr. Hülya Tezcan da bu konuya benim gibi kafayı takmış ki ''Topkapı Sarayı Koleksiyonundan Tılsımlı Gömlekler'' adlı bir kitap yazmış. 






Kendisi şöyle diyor: ''Saray için hazırlanan gömlekler devrinin ünlü hattatları, nakkaşları, ulema ve devrin ünlü astronomlarının müşterek çalışmasıyla ortaya çıkan eserlerdir. Üstün nitelikli bu eserlerin, giyeni nazardan, her türlü kötülükten, hastalıklardan koruyacağına inanılmıştır. Savaşta giyeni koruduğuna ve hatta görünmez kıldığına inanılan gömlekler sevgi, dostluk ve güç vermesi için hazırlanırdı''. Murat Bardakçı ise Habertürk’te şöyle yazmış: “Gömleklerin üzerinde üçgeninden çokgenine kadar çeşit çeşit geometrik şekiller var. Üçgenler iyi niyetlere yarıyor, kare ve dikdörtgenler kem gözleri kör ediyor, altıgenler Hazreti Davud’un sembolü sayılıyor muskaların yerini tutuyor, el şekli Kuzey Afrika’dan gelen bir inanca dayanıyor ve Hazreti Fatma’nın elini temsil ediyor, hilâl “kötü varlıkların saldırısından” koruyor, uc uca getirilmiş üç karenin oluşturduğu “beduh” denilen üçgenler tılsımın yerini tutuyor.” 

Bu gömlek mevzusunu okumaya ve anlatmaya başlasam yazının sonu gelmez. Ama meraklılarına araştırmalarını öneririm. 

Buraya kadar gelip haremi gezmemek olmaz diyerek daldım içeri. Buranın havası sarayın diğer bölümlerinden oldukça farklıydı. Öncelikle, tabii ki tesadüf olmasa gerek, gezim boyunca gördüğüm tek ayna buradaydı. Ayrıca, haremin kendisi de tıpkı orada yaşamış kadınların ruhları gibi sayısız koridorlar, birbirlerine bağlanan odalar ve geçitler ihtiva ediyordu. Duvarlardaki çini işlemeler bile daha karmaşıktı. 






Sonuç olarak, Topkapı Sarayı gezimi huşu içinde bitirdim. Bir gün, ama bu kez rehber eşliğinde, yeniden gezmeyi çok isterim. 

Topkapı’dan sonra Ayasofya’yı gezdim. Benzer kiliseleri Avrupa’da çokça gezdiğimden ve Hristiyan temalarının Müslüman temalarıyla kamufle edilmeye çalışılmasından biraz rahatsız olduğumdan, çok büyük bir heyecan yaşamadım. 









Gezinin beni en çok heyecanlandıran kısımlarından biri, ikinci kata çıkarken döne döne geçtiğimiz tüneller oldu. Bu kez de elinde şamdanıyla yürüyen, siyah pelerinli bir rahiptim. Ama en çok etkilendiğim yer, tam camiden ayrılmak üzereyken tesadüfen karşıma çıkan vaftizhane avlusu oldu. 





Ayasofya’dan sonraki durağım, yine çok merak ettiğim yerlerden biri olan Yerebatan Sarnıcı idi. 










Zaten karanlığı, suları ve dev balıkları ile çok garip ve etkileyici bir yer iken, bir de sürekli ney yayını yapılmasıyla gerçekten sıradışı bir hal almıştı. Yerebatan’dan çıktıktan sonra bacımla buluştuk. Kapalı çarşıyı, Sultanahmet ve Süleymaniye Camilerini beraber gezdik. Hepsi çok etkileyiciydi. 









Akşam ablamın arkadaşlarıyla Yeşilköy’de çok şirin bir yerde yemek yiyip kafaları çektik. 

Ertesi gün ise çok sevdiğim ve özlediğim bir dostumlaydık. Bizi tüm gün oradan oraya gezdirdi. Ne şans ki, duraklarımız arasında iki gün önce gitmeyi isteyip vazgeçtiğim Kız Kulesi de vardı. 






Beylerbeyi, Vaniköy derken, sahilde harika bir gezinti yapıp, bir sürü şirin yerde mola verdik. Dostumdan aldığımız sakin, sevecen ve olumlu enerjiyi de kalbimize koyup, yüzünü Ankara’ya çevirmiş tahtırevanlarımıza atladık. İşte bu güzel bir İstanbul gezisiydi!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder