11.6.14

Yan Yan Güneydoğu'ya - 2


Mardin kültüründe ev ve aile yaşantısının büyük önemi var. Bunlara mahremiyete gösterilen özen de eklenince evlerin duvarları epeyce yükselmiş. Bu da şehri o yüksek duvarların arasına sıkışmış, “abbara” denilen, tünelimsi, daracık sokakların oluşturduğu koca bir labirente çevirmiş.

Abbaralarda kaybolurken...

İkinci güne abbaraların arasında kaybolarak başladım. Birkaç kiliseye gittim ancak Noel dolayısıyla kapalıydı. Şeyh Çabuk Camii’ne girip birkaç fotoğraf çektim. Kendim ve sevdiklerim için dua ettim.

Şeyh Çabuk Camii'nden bir kare

Biraz dinlenmek ve rota belirlemek için meydandaki kahvede oturup bir çay söyledim. Kahvede söylediklerinden sadece “papaz”ı anladığım birkaç adam, aralarında Arapça sürekli bağırışarak kağıt oynuyorlardı.  O sırada kahveci elinde çok şirin, kulpsuz bir fincanla geldi. “Bu mırra” dedi. “Mardin’e gelen mırra içer! Benim ikramım”. İlk kez içtiğim mırranın ekşili tadını teriyaki sosu ya da soya sosuna benzetip (sonradan öğrendiğime göre ekşiliği veren kakuleymiş) koca koca yudumlar alırken kahveci tekrar gelip “damaklı iç” dedi. Ben boş boş bakınca “azar azar iç” deyip güldü.

Mırra molası

Yörenin gençleri, özellikle de turizmle uğraşanlar bizden farksız ama yaşlıları başta biraz sert görünüyorlar. Kötü değiller, sadece sert ve keskin olduklarını hissediyorsunuz. Mizaçları öyle. Belki iklimden, belki o “hesabını sormak istedikleri” şeylerden, belki bu bölgenin tarih boyunca sürekli istilalara, savaşlara, yıkımlara sahne olmasının ruhlarına bıraktığı izlerden, bilmiyorum. Bu yüzden ilginç geliyor kahvecinin yakınlığı.

Kahvem bitince kahvenin hemen arkasındaki Mardin Müzesi’ni gezdim.

Mardin Müzesi

Çiftler için mezar taşı - Mardin Müzesi

Ardından, gezi haritamda görünen noktalardan bir diğeri olan Cercis Murat Konağı’na gittim. Burası bir restorana çevrilmiş. Gezerken iştahım kabarınca oturup menüyü istedim ve yöresel lezzetleri tatmaya başladım. Ordövr tabağımdaki mezelerin çoğuna aşinaydım ama tatları benim o zamana dek yediklerimle kıyaslanamazdı. En iyi bildiklerim bile damağımda hiç bilmediğim değişik tat patlamaları yaratıyordu. Aromaları ve baharatları çok değişikti. Tatlar o kadar yoğun ve kalıcıydı ki yemek bittikten saatler sonra bile hepsi damağımdaydı. “Tadı damağında kalmak” deyimini icat eden kişi kesin bu yörede yemek yemiş! Bunları rakı mezesi olarak Ankara meyhanelerine getiren adam bana haber versin, kapısında yatarım!

Cercis Murat Konağı Restoranı'nın terasından ovanın görüntüsü

Menüde Mardin mutfağının ağırlıklı olarak tahıl ve ete dayandığı; sebze, baharat ve aromatik bitkilerin Süryani mutfağından geldiği yazıyordu. O nefis Süryani şarabını üreten Süryanilerin damak zevkine bir kez daha hayran oldum.

Cercis Murat Konağı Restoranı


Cercis Murat Konağı Restoranı'nın muhteşem mezeleri


Yemeğimi kaymaklı domates tatlısı ile bitirmek istedim ancak usta İstanbul’da olduğu için yiyemedim. Bunun yerine tahin, üzüm peltesi ve bence yine ufak aromatik dokunuşlarla yapılan “harire” adlı nefis bir tatlı yedim. Yanında da yine çok beğendiğim sumak şerbetini ikram ettiler.

Şunu da söylemeden geçmeyeyim, Mardin çok turistik bir yer olduğu için yeme içme oldukça pahalı.

Bu olağanüstü damak şenliğinin neşesiyle kendimi abbaralardaki çarşılara vurdum. Revaklı Çarşı, Bakırcılar Çarşısı ve Kayseriye Bedesteni’ni gezdim. Zaten daracık olan sokaklara bir de dükkanlar, eşekli hamallar, insanlar eklenince ortalık film seti gibi olmuştu.

Çarşıdan görüntüler

Çarşıdan görüntüler

Çarşıdan görüntüler

Çarşıdan görüntüler

Çarşıdan görüntüler

Tam çarşı gezmesini bitiriyordum ki şu arkadaşın önünden geçtim. Birkaç adım uzaklaştım ama "Ne kadar güzel ışıktı! Ne güzel pozdu!" diye kıvranıyordum. Dayanamayıp geri döndüm ve fotoğrafını çekmek için izin istedim. Sağolsun, kabul etti.




Sokaklardan çıkıp Ulu Cami, Latifiye Camii gibi önemli noktaları gezmeye devam ettim.

Mardin manzarası

Ulu Cami

Ulu Cami

Latifiye (Abdüllatif) Camii'nin muhteşem taç kapısı

Gün batımında ise olunabilecek en iyi noktada, şehrin muhteşem bir manzarasını sunan Zinciriye Medresesi’ndeydim. Bildiğiniz gibi medreseler hem pozitif bilimlerin hem dini bilimlerin birlikte okutulduğu eğitim kurumlarıydı. Sanırım her ikisinin de etkisiyle gezdiğim tüm medreseler, şehrin en huzurlu köşesine kurulmuş, muhteşem manzaraya sahip yerlerdi. Eline birkaç kuruş sıkıştırdığım genç rehberim bana çok güzel şeyler anlattı. Mesela kapı karşısında kapı, pencere karşısında pencere olmasının, “bu dünyada ne yaparsan öbür dünyada karşılığını görürsün” anlamına geldiğini söyledi. Eyvanlarla ilgili de güzel bilgiler verdi ancak bu konuya daha ileride değineceğim.

Zinciriye Medresesi'ne çıkan yol

Zinciriye Medresesi'nden şehir manzarası

Zinciriye Medresesi ve Mardin manzarası

Zinciriye Medresesi ve Mardin manzarası

Zinciriye Medresesi'nden Mardin manzarası

Zinciriye Medresesi'nden Mardin manzarası

Mezopotamya Ovası yukarıdan bakıldığında deniz gibi görünüyor. Rehberimin dediğine göre zaten çok uzun yıllar önce deniz olduğu düşünülüyormuş.

Zinciriye Medresesi'nden Mardin manzarası
Zinciriye Medresesi ve Mardin manzarası


Zinciriye Medresesi’nin muhteşemliğiyle çarpıldıktan sonra Valilik Binasını gördüm. Kapılar açık. İçerisi de o kadar güzel görünüyor ki destursuz girdim. Kimse de “Huoop hemşerim yassah!” demedi. Bir güzel gezdim.

Valilik binasının içi

Ardından müze görevlisi Nurullah Bey’in güzel anlatımıyla Sabancı Müzesi’ni gezdim. Tesadüfen Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nde de Ara Güler’in sergisi vardı. Onu da gezdim.

Eski şehirde hava kararıp, hayat donmaya başladığında yeni şehire dönmek üzere dolmuşa bindim. Dolmuşta iki kadınla sohbet ettik. Şehri çok beğendiğimi söyleyince şehri güzel kılan şeyin tarihi yerler olduğunu, bunların da en fazla bir iki kez gezildikten sonra heyecanını yitirdiğini, yapacak bir şey bulamadıklarını, sosyal hayatlarının da olmadığını söylerek şehirden bıktıklarından yakındılar. Onları anlamamak mümkün değil. Mardin’de turist olmak çok güzel ama o yoğun İslami, muhafazakar ve pipi egemen tabanın üstünde bir kadın olarak ayakta durmaya çalışmak çok zor olsa gerek. Onlar için tek başına bir kadın olarak yolculuklar yapmak o kadar garip bir şey ki, dolmuştan indiğimde gözlerindeki hayret ve hayranlık hala pırıl pırıl parlıyordu.


Kırklar Kilisesi



Tatlı Dede Konağı Oteli

Abbaralar ve evler...

Abbaralar ve evler...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder