12.6.14

Gitmek




Bir yandan aklımda hep gitmek var, hatta gün geçtikçe daha uzaklara gitmek, belki dönmemek üzere gitmek; bir yandan da gitmek her geçen gün daha zor geliyor. 


Gidelim bakalım, bu kez neler görecek, yaşayacağım kimbilir...



Ankara - Antalya - Göcek - Dalyan / Köyceğiz - Akyaka - Bozburun / Datça - Kuşadası - Urla



Eklenen - çıkarılan noktalar olabilir.



Beni özleyin diyesim geliyor da, arkada özleyecek adam bile kalmadı ki doğru dürüst...



Tipik gitme öncesi anksiyetesi ve hüznü içindeyim. Bu aptalca hal bende doğumsal bence...



Öyle...




































Tahtırevanla İstanbul Gezisi



Efendim, malumunuz, gezgin ruhumun parasızlıktan ötürü hasar görmüş olmasından mütevellit, epeydir doğru dürüst yurtiçi ya da yurtdışı geziler yapamamaktaydım. Lakin, saygıdeğer ablam hanımefendinin kışkırtmasıyla, onun İstanbul’a yapacağı iş gezisinin işsiz bir parçası oluverdim ve durumuma uygun olarak, tahtırevanla gitmeye karar verdim. 






İstanbul’a daha önce, çoğu tek başıma ve sadece gezi amaçlı olarak birçok kez gitmiş ancak ne yalan söyleyeyim, ender durumlar hariç, çoğu insanın yaşadığı o duygusal uyarılmayı yaşayamamıştım. Bu kez farklı olması adına, önceden ciddi bir hazırlık yapıp kendime 2 farklı rota çizdim: 1. gün için Beyoğlu ve 2. gün için Fatih. 

Tahtırevanımdan inip Taksim’e ulaştıktan sonra yürüyüşüme başladım. Bu kez bir yabancı gibi, ki öyleyim, gezdim. Fark ettim ki İstanbul mimari harikası eski binaları, çeşit çeşit insanları, her yandan fışkıran turistleri, kaldırımlara taşan butik kafeleri ve dar sokaklarıyla gerçekten turistik bir Avrupa şehrine benziyor. Bu gözle bakınca kendimi sık sık yurt dışındaymışım gibi hissettim. Özellikle de Avrupa’da ne zaman rastlasam “Bir insan bu dükkana ne almak için gelir? Burası ne dükkanı?” diye şaşırdığım, satılan ürün sayısının otuzu geçmediği, ürünlerin ise birbiriyle hiçbir alakası olmayan (1 lamba, 3 kutu şekerleme, 2 bluz vb.) o dükkanlardan her yerde olduğunu görünce her şey daha da garipleşti. 






Gezimin en önemli durakları, deliler gibi Maison Française okuduğum günlerde sayfalarda sıklıkla karşıma çıkan Cihangir ve Çukurcuma idi. Cihangir’den aklımda eski evler, butik dükkanlar ve kafeler kaldı; Çukurcuma’dan ise antika dükkanları, dar sokaklar ve yokuşlar... Gezmek üzere kaydettiğim dükkanları ise ne haritada, ne gerçekte bulamadım. Çok da uğraşmadım açıkçası. Ama karşıma çıkıveren, zihninin çalışma biçimini kendiminkine benzettiğim, sayın Porof Zihni Sinir’in dükkanını gezmemek olmazdı.






Buraları arkamda bırakıp, sonraki durağım olan İstanbul Modern’e doğru yürürken, daracık, bomboş bir sokakta karşıma neon ışıklarıyla “Cezayir Sokağı” yazan bir kapı çıktı. Kapının ardına bakınca yukarı doğru uzayan merdivenleri iki yanlı kuşatan şirin mi şirin barların olduğu, rengarenk bir cennet gördüm. Kendimi “beni ye!” yazan keki yiyip bir delikten aşağı düşmüş ve gözünü muhteşem bir yerde açmış Alice gibi hissettim!Tabii ki İstanbul Modern’e “kibarca bir baybay” diyerek, düştüğüm bu büyülü dünyanın tadını çıkarmaya koyuldum. Sokağın hikayesini sorduğum garsonun anlattığı hikayeye göre, sokağı 2000 bilmem kaç yılında Fransızlar alıp biçimlendirmiş ve sonra de bizimkiler Fransızlardan satın almışlar. Fransız eli değdiği o kadar belli ki! Eleştirdiğim yönleri bir yana, Tanrı Avrupalıların sanatsal zevkine zeval vermesin!

Oradayken özellikle de sokağın alınıp satılması kısmı olmak üzere bu garip hikayeyi pek anlamamış, garson beni yiyor herhalde diye düşünmüştüm. Zaten inanılacak sözlere inanmamak, inanılmayacak sözlere ise inanmak konusunda üstüme adam tanımıyorum. Az önce yaptığım taramanın sonucunda, sokağın İstanbul’un tarihi, sanatsal ve kültürel değerlerini canlandırmak ve çok kültürlü yapısını hatırlamak amacından doğduğunu ve sürecin gerçekten sokaktaki tüm binaların bir şirket tarafından satın alınmasıyla başladığını, adının gerçekte Fransız Sokağı olduğunu, ancak Fransa’nın soykırım yasasını kabul etmesinin ardından, Fransızların Cezayir’de yaptığı soykırıma ithafen Cezayir Sokağı olarak değiştirildiğini öğrendim. Hem hikayesiyle hem varlığıyla beni çok etkileyen bu sokak hakkında detaylı bilgi için http://www.fransizsokagi.com/ ve http://blog.milliyet.com.tr/cezayir-sokagi/Blog/?BlogNo=347449 adreslerini ziyaret edebilirsiniz. 







Kek etkisini yitirmeye başlayınca yeniden yollara düştüm. Önce Kız Kulesi’ne mi gitsem diye düşündüm. Baktım çok uzak, ben de epey yorulmuşum, otele (Gülhane Corner Hotel) gidip biraz istirahat etmeye karar verdim. Tramvaya atlayıp tam Sirkeci – Gülhane durakları arasında kalan bölgede yer alan otelime geldim. Otelimi http://www.sosrooms.com/tr üstünden, oda + kahvaltı 40 liraya ayarlamıştım. Bu oteli seçmemin en önemli sebepleri ucuzluğu ve gezimin ikinci ayağı olan bölgeye yürüme mesafesinde olmasıydı. Otelimin yerine, yeni ve şirin oluşuna, önünden tramvay geçmesine, sokağın rengarenkliğine bayıldım. 










Buranın şimdiye kadar İstanbul’da en çok sevdiğim yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple, aslında Asmalımescit’te bitirmeyi planladığım günü, hiç düşünmeksizin burada bitirmeye karar verdim. Sokağa taşmış masalardan birinde oturup, yazarak ve sıcak şarap içerek anın tadını çıkardım. 

Ertesi sabah martıların kokona kahkahalarına benzer sesleriyle kalkıp kahvaltımı ettikten sonra otelden ayrılıp mühim bölgeye doğru yürümeye başladım. 







Önce Topkapı Sarayı’nı gezdim (Bunu aptal gibi Müzekart almadan yaptığım için 40 lira ödemek zorunda kaldım ama revadır). Her şeyden önce, Topkapı Sarayı saray olarak enfesti. Bence o meşhur Kaşıkçı Elması bile, bahçelerin güzelliği ve muhteşem İstanbul manzarasının yanında değersiz kalır. 














2008 yılının Ekim ayında görev gereği Paris’e gitmiştim. Zaten gezgin ruhlu olmam ve üstüne üstlük bu seyahatin doğumgünüme denk gelmesi sebebiyle birkaç gün de izin alıp, bir güzel gezmiştim. Şato ve kalelere hep merak ve hayranlık duymuş biri olarak kendime Normandiya gezisi hediye etmiş, birçok şato ve kale gezme şansı bulmuştum. Hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biriydi. Konunun epey dışına taştım ama, şunu diyeceğim, kaderin cilvesine bak ki kendi memleketimdeki sarayları görmek, gevurunkilerden sonraya rastladı. Ancak hem onlardan hem Topkapı’dan bana kalan muhteşem bahçelerinden aldığım zevk ve merdivenlerden inerken üstümdeki hayali pembe tuvaletin yarattığı hışırtıydı. Oldu olacak hayran olduğum Chambord Şatosu'nun bir tane fotoğrafını koyayım: 





Sarayda en çok ilgimi çeken nokta, padişahların tılsımlı gömlekleri oldu. Oradayken bir bilgiye ulaşamadım ama şimdi okuduklarıma göre bu gömleklerin üzerindeki şifreler hala çözülememiş. Hayatta bir tane de cevabı bulunmuş soruya takılsam Kızılay Meydanı'nda soyunacağım zaten! Doç. Dr. Hülya Tezcan da bu konuya benim gibi kafayı takmış ki ''Topkapı Sarayı Koleksiyonundan Tılsımlı Gömlekler'' adlı bir kitap yazmış. 






Kendisi şöyle diyor: ''Saray için hazırlanan gömlekler devrinin ünlü hattatları, nakkaşları, ulema ve devrin ünlü astronomlarının müşterek çalışmasıyla ortaya çıkan eserlerdir. Üstün nitelikli bu eserlerin, giyeni nazardan, her türlü kötülükten, hastalıklardan koruyacağına inanılmıştır. Savaşta giyeni koruduğuna ve hatta görünmez kıldığına inanılan gömlekler sevgi, dostluk ve güç vermesi için hazırlanırdı''. Murat Bardakçı ise Habertürk’te şöyle yazmış: “Gömleklerin üzerinde üçgeninden çokgenine kadar çeşit çeşit geometrik şekiller var. Üçgenler iyi niyetlere yarıyor, kare ve dikdörtgenler kem gözleri kör ediyor, altıgenler Hazreti Davud’un sembolü sayılıyor muskaların yerini tutuyor, el şekli Kuzey Afrika’dan gelen bir inanca dayanıyor ve Hazreti Fatma’nın elini temsil ediyor, hilâl “kötü varlıkların saldırısından” koruyor, uc uca getirilmiş üç karenin oluşturduğu “beduh” denilen üçgenler tılsımın yerini tutuyor.” 

Bu gömlek mevzusunu okumaya ve anlatmaya başlasam yazının sonu gelmez. Ama meraklılarına araştırmalarını öneririm. 

Buraya kadar gelip haremi gezmemek olmaz diyerek daldım içeri. Buranın havası sarayın diğer bölümlerinden oldukça farklıydı. Öncelikle, tabii ki tesadüf olmasa gerek, gezim boyunca gördüğüm tek ayna buradaydı. Ayrıca, haremin kendisi de tıpkı orada yaşamış kadınların ruhları gibi sayısız koridorlar, birbirlerine bağlanan odalar ve geçitler ihtiva ediyordu. Duvarlardaki çini işlemeler bile daha karmaşıktı. 






Sonuç olarak, Topkapı Sarayı gezimi huşu içinde bitirdim. Bir gün, ama bu kez rehber eşliğinde, yeniden gezmeyi çok isterim. 

Topkapı’dan sonra Ayasofya’yı gezdim. Benzer kiliseleri Avrupa’da çokça gezdiğimden ve Hristiyan temalarının Müslüman temalarıyla kamufle edilmeye çalışılmasından biraz rahatsız olduğumdan, çok büyük bir heyecan yaşamadım. 









Gezinin beni en çok heyecanlandıran kısımlarından biri, ikinci kata çıkarken döne döne geçtiğimiz tüneller oldu. Bu kez de elinde şamdanıyla yürüyen, siyah pelerinli bir rahiptim. Ama en çok etkilendiğim yer, tam camiden ayrılmak üzereyken tesadüfen karşıma çıkan vaftizhane avlusu oldu. 





Ayasofya’dan sonraki durağım, yine çok merak ettiğim yerlerden biri olan Yerebatan Sarnıcı idi. 










Zaten karanlığı, suları ve dev balıkları ile çok garip ve etkileyici bir yer iken, bir de sürekli ney yayını yapılmasıyla gerçekten sıradışı bir hal almıştı. Yerebatan’dan çıktıktan sonra bacımla buluştuk. Kapalı çarşıyı, Sultanahmet ve Süleymaniye Camilerini beraber gezdik. Hepsi çok etkileyiciydi. 









Akşam ablamın arkadaşlarıyla Yeşilköy’de çok şirin bir yerde yemek yiyip kafaları çektik. 

Ertesi gün ise çok sevdiğim ve özlediğim bir dostumlaydık. Bizi tüm gün oradan oraya gezdirdi. Ne şans ki, duraklarımız arasında iki gün önce gitmeyi isteyip vazgeçtiğim Kız Kulesi de vardı. 






Beylerbeyi, Vaniköy derken, sahilde harika bir gezinti yapıp, bir sürü şirin yerde mola verdik. Dostumdan aldığımız sakin, sevecen ve olumlu enerjiyi de kalbimize koyup, yüzünü Ankara’ya çevirmiş tahtırevanlarımıza atladık. İşte bu güzel bir İstanbul gezisiydi!




11.6.14

Yan Yan Güneydoğu'ya - 5

Sabah dünyalar güzeli Mardi’ye ve Mardin’e veda edecek olmanın hüznüyle uyandım. Urfa’ya bilet alacağım yazıhaneye gittim. Oradaki sevimli kızcağızla uzun uzun sohbet ettik. Bir ara “Tüm dünyada bir araştırma yapılmış. Eşşeğini en çok seven Mardinlilermiş” dedi.  Ben de “Buna bir hayvansever olarak çok sevindim!” diye haykırdım! :DDDDD Sonra ne kadar koca kafalı bir eşşek olduğumu anlayıp yerin dibine girdim. Kızcağızın “eşlerini” dediğini ben “eşşeğini” diye anlamışım! :DDDDD

Bu eşşekliğimi geride bırakıp Urfa otobüsüne bindim. 3 saat sonra Urfa’daydım. 2 dolmuş değiştirip Öğretmenevi’ne vardım. Çantayı bırakıp hemen şehir merkezine yollandım.

Urfa Mardin’den sonra kocaman, kalabalık, kirli, çirkin bir şehir olarak göründü gözüme. Önyargılı olmamak ve olumlu düşünmek için kendimi epey zorladım.

Çarşıda satılan yerel giysiler

Gezmeye başlamadan önce yemek yemek için bir restorana oturdum. Kısa bir zaman sonra karşımdaki masaya, yüzü bana dönük biçimde bir adam oturdu ve gözünü ayırmadan bana bakmaya başladı. “Bu kez dalaşmayacağım, bakarsa baksın” diyerek makarnamı yemeye devam ettim. Yemeğimin bitmesine az kala kalkıp gitti. Yemekten sonra ben de çıkıp yürümeye başladım ancak kısa bir süre sonra adamın beni takip ettiğini fark ettim. Bu uzun süre devam etti. Bir yandan zihnimden Aikido hareketlerini geçirirken bir yandan acaba birilerinden yardım istesem tepkileri ne olur diye düşünüyordum. Biliyorsunuz polis ve halk böyle durumlarda genelde kadına suçlu muamelesi yapıp erkeği koruyor. Kendimi zihinsel olarak her şeye hazırladıktan sonra Ulu Cami’nin avlusuna girdim. Kısa bir süre sonra adam da geldi. Avluda sadece ikimiz vardık. Gözünün içine bakarak “çok kibar ve sevgi dolu” bazı şeyler söyledim. Yürüyüp gitti ve bir daha görünmedi. Ama benim asabım epey bozuldu.

Dikkatimi yeniden geziye vermeye ve neşelenmeye çalıştım ama şehrin ve insanların havası beni boğdu. O ağır İslami hava, cinsiyetler arasındaki derin uçurum, dini müzikler, Kur’an kursu ilanları, herkesin aile olarak dolaşıyor olması, kalabalık, erkeklerin “erkek erkek”, pis pis bakışları ve en kötüsü de  o muhafazakar kapak azıcık aralandığında havaya yayılan testosteron kokusu nefesimi tıkadı! Bunu daha önce sadece bir kere, Konya’da yaşamıştım.

Sevmedim işte. Kalbim Mardin’e nasıl çabucak sırnaşıverdiyse, Urfa’dan da öyle çabucak uzaklaştı.

Neyse ki Ayn Zeliha Gölü ve Balıklı Göl’de biraz rahatladım. Dünyanın en tombul ve şımarık balıklarını görmek ve asla avlanmayacaklarını düşünmek beni neşelendirdi. Garsonun tavsiyesine uyarak içtiğim menengiç kahvesine ise deli oldum!

Balıklıgöl'ün şanslı ve mutlu balıkları

Ayn Zeliha Gölü'ne nazır menengiç kahvesi keyfi
Ayn Zeliha Gölü

Ayn Zeliha Gölü


Menengiç kahvemi içerken bir yandan da notlarıma baktım. Gezmek üzere not aldığım yerlerin hiçbiri cazip gelmedi. Dikkatimi Harran ve Halfeti’ye yoğunlaştırmaya karar verdim.  



Buradan sonra diğer durağım olan Gümrükhan’a geçtim. Eski bir hanın avlusuna yerleşmiş çay bahçeleri vardı. Birinde oturup bir menengiç kahvesi daha içtim. Yine birkaç dakika içinde yan masaya bir adam oturup gözünü ayırmadan bakmaya başladı. "Başlarım sizin hanınızdan da sizden de, bir huzur vermediniz be!" deyip kalktım ve yürümeye başladım. Bir kuyumcunun kapısında temiz yüzlü bir delikanlı vardı. Ona sıkıntımı anlattım ve rahat edebileceğim bir restoran sordum. “Abla ben de Urfa’lıyım ama nalet bir yer burası!” dedi. Bana bir restoran önerdi. Taksiciye de “Abla misafirimiz!” mesajı verdi sağolsun. O restoranda bir karış suratımla karnımı doyurup merak ettiğim şıllık tatlısından yedim. Fena değildi.

Meşhur şıllık tatlısı

O sırada orada kendimi iyi hissetmediğimi itiraf ettim ve dönmeyi düşünmeye başladım. Otobüsle mi gitsem, uçakla bugün mü gitsem, canımı sıkmayıp kalsam ve keyfime mi baksam falan diye bir girdaba girdim. Odaya vardığımda da aynı düşünceler içindeydim. Şöyle böyle derken ertesi gün dönmeye ama uçak saatime kadar da kaç para olursa olsun Harran’a gidip gelmeye karar verdim. Bana kartını veren taksiciyi aradım. Sabah 7’de beni alması için anlaştık. Sonrasında da çok seviştiğimiz oda arkadaşımla harika vakit geçirdik.

Uçağım 11.30’da olduğu için sabah erkenden taksiye atlayıp Harran’a doğru yola çıktım. Harran’ın kubbeli evlerini gezdim. Sonra da dönüşe geçtim.

Harran'ın kubbeli evleri

Harran'ın kubbeli evleri

Yerli kadın

Harran'ın kubbeli evleri

Harran'ın kubbeli evleri ve yerli kadın


Sonuçta sadece Halfeti eksik kaldı. O da Urfa’nın bana borcu olsun.

Böylece, normalde 1 Ocak’ta dönmüş olacakken yılbaşı günü evde oldum ve sevdiklerimle çok güzel bir yılbaşı geçirdim.

Benzer bir seyahati turla yapsaydım belki daha ucuz ve güvenli olabilirdi ama o durumda da halkla kaynaşmak, abbaralarda kaybolmak, dolmuşa binmek gibi beni oralı gibi hissettiren anları yaşayamazdım. Mezarlıkta fotoğraf çekemezdim. Oranın gerçeğini göremezdim.

Defterimin bir yerine şunları not almışım: Türkiye deyince ne kadar az şey anlıyormuşum meğer, bu ülkeye ne büyük haksızlık! 2 hafta arayla ülkenin en Batılı ve en Doğulu hallerini görüp, onlarca farklı kültüre bulanınca, bu ülkeyi “mozaik” olarak tanımlayan kişiyi alnından öpesim geliyor. Dünyada her köşesi ayrı bir ülke olan böyle kaç tane ülke vardır, bilmiyorum.

Nicelerine...

Harran'da çocuk olmak...

Yan Yan Güneydoğu'ya - 4

Sabah Mardi’yi (adı Mardi oldu :) ) çantama atıp dışarı çıktım. Önce onu bulduğum yerde anne kedi aradım. Bulamayınca dolmuşa binip veterinere gittim. Veteriner ben kediden anlamam dedi. Kimsenin de kedi bakmayacağını söyledi. Enfekte olan gözü için damla alıp çıktım.

Baktım yapacak bir şey yok, Mardi de çantada mutlu mutlu uyuyor, gezmeye devam ettim. Dolmuşla Kasımiye Medresesi’ne gittim. Anayoldan medreseye kadar 1-2 kilometre yürümek gerekiyordu. Göğsümde asılı çantanın içinde hoplayıp zıplamak Mardi’nin umurunda bile değildi. Mışıl mışıl uyuyordu. Ben de keyfime baktım. Göğsünde minicik bebeğiyle dağ bayır gezen anneler gibiydim.

Mardi Çantada

Kasımiye Medresesi’nde, ailesi 30 yıldır medresenin bakımını yapan Muhammed Dayı’yla tanıştım. Bana çok güzel rehberlik yaptı.

Muhammed Dayı

Kasımiye Medresesi çok eskiden bir bölge üniversitesiymiş. Civar şehirlerden buraya öğrenciler gelirmiş. Medresenin alt katında sınıflar, üst katında ise yatakhaneler vardı. Birçok farklı alanda eğitim verildiği için her bölümün kapısına ilgili bilim dalının sembolü işlenmişti. Kapılarla ilgili başka bir unsur ise hepsinin alçak olmasıydı. Bunun sebebi içeri girerken saygı ifadesi olarak kişiyi başını eğmek zorunda bırakmasıymış. Medresede o zamanlar tıbbi amaçlarla kullanılan aletler de sergileniyordu.

Kasımiye Medresesi


Kasımiye Medresesi'nden ova manzarası

Kasımiye Medresesi’nin muhteşem bir eyvanı vardı. Zinciriye Medresesi’ni anlatırken bu eyvan konusundan ileride bahsedeceğimi söylemiştim.

Medrese ve camilerin çoğunda “eyvan” adı verilen bu yapı vardı. Eyvanların üç amacı varmış. Öncelikle metaforik anlamına değineyim. İnanca göre suyun kaynaktan ilk döküldüğü, en hızlı aktığı ve dökülmenin etkisiyle hareketli olduğu ilk havuz bebeklik, çocukluk ve gençlik dönemini temsil ediyor.  Ardından gelen ve suyun durulduğu havuz yetişkinlik ve yaşlılığı tasvir ediyor.  Son ve en büyük havuz ise ölümü ve da mahşer yerini anlatıyor. Tüm sular bu havuzda toplandıktan sonra, en uçta görülen ince kanalı yani sırat köprüsünü geçerek sonsuzluğa yani Mezopotamya’ya akıyor.

Kasımiye Medresesi'nin eyvanı

Eyvanın diğer var oluş sebebi su sesinin iki derslikten gelen seslerin birbirine karışmasını engellemesiymiş.

Son olarak, astronomi dersleri gökyüzünün suyun üstündeki yansımasına bakılarak işleniyormuş.

Kasımiye Medresesi’nden inanılmaz etkilendim. Keşke okullarımız hala bu kadar güzel olsa...

Kasımiye Medresesi


Kasımiye Medresesi

Medreseden çıkıp yürüyerek eski şehire vardım. Mardi hala uyuyordu ama uyandırıp mama yedirmek ve tuvaletini yaptırmak istiyordum. Önceki gün gittiğim ve Mardi’yi yürütebileceğim geniş bir avlusu olan Surur Han’a gittim. Bir şeyler atıştırdık. Mardi en çok sucuklu yumurtayı ve peyniri sevdi. Suyunu da içirip gezmesi için yere bıraktım. O arada kara kara düşünmeye başladım. Aklımda bin tane düşünce vardı. Google’dan HAYTAP’ın bu bölgedeki temsilcilerini bulup Mardi’yi onlara vermek, Urfa’yı iptal edip Mardi’yle beraber Ankara’ya dönmek, otobüsle Batman’a geçip trenle Ankara’ya dönmek... Kafa at alıp eşek satıyordu. Garsonlara etrafında yavru kedi isteyen kimse olup olmadığını sordum. Bir tanesi gidip birkaç arkadaşına sordu, ama isteyen olmadı. Ankara’dan birkaç kişiyi aradım, sağ olsunlar onlar da benimle beraber kafa patlatmaya başladılar.

Mardi kahvaltı ediyor

Güzel Mardi

Tatlı Mardi

Uslu Mardi

1 saat kadar sonra, yardım istediğim garsonlardan biri yanında genç bir arkadaşla gelerek “Bu alacak senin kediyi!” dedi. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Arkadaşı biraz tanıyayım diye masama davet ettim. Adı da kalbi gibi güzel: Nazım. Mardi’yi çok sevdi, Mardi de onu... Yarım saat falan beraber oturduk. İçim çok rahat biçimde ama çabucak alıştığım Mardi’den ayrılmanın ağır burukluğuyla oradan ayrıldım. Ayrılırken akşam yapılacak sıra gecesine davet ettiler.

Mardi ve babası

Mardi ve babası

Mardi ve babası

Listemde kalan son yerleri gezmeye başladım. Hatuniye Medresesi’ne, Bab – es Sur (Melik Mehmud) Camii’ne vb. gittim ama ya hepsi gerçekten sönük ya da ben kafayı Mardi’den kurtaramadığım için pek haz almadım.

Elimdeki turist haritasında (mutlaka edininiz:  http://www.mardinkulturturizm.gov.tr/dosya/1-282750/h/sehirmerkeziharitasi.pdf) Mungan Ailesi’nin Evi diye bir yer görünüyordu. Abbaralarda kaybolarak orayı ararken bir delikanlıyla karşılaşıp “Kardeş Mungan Ailesi’nin evi hangisi?” diye sordum. “Abla biz de Mungan’ız. Sen hangisini soruyorsun?” diye cevap verdi. “Kaç tane Mungan var burada?” dedim. “Çoook” dedi. Teşekkür edip gülerek ayrıldım. Evi bulamadım. Bulsam da kale duvarı gibi duvarlardan içini yine göremeyecektim zaten. Hoş, kapıyı çalsan içeri buyur edermiş Mardin halkı, herkes öyle söylüyordu.

Muhteşem abbaralar

Yine abbaralarda kaybolmuşken birden bir mezarlığa çıktım. Gözüme çok ilginç göründüğü için, zihnimde dönüp duran, ölülerin mahremiyetine saygı gösterme düşüncelerine rağmen, mezarlığa girip fotoğraf çekme isteğime engel olamadım. 

Mezarlıkta gezinen tavuklar

Mezarlıkta gezinen tavuklar

Mezarlıkta gezinen tavuklar

Biraz daha ilerleyince, mezarların üstünde gezinen tavuklardan daha da ilginç bir görüntüyle karşılaştım: Mezarların arasında neşeyle top oynayan çocuklar... 

Mezarlıkta top oynayan çocuklar ve onları izleyen Suriye'li ufaklık

Mezarlıkta top oynayan çocuklar ve onları izleyen Suriye'li ufaklık

Suriye'li ufaklık

Suriye'li ufaklık

Suriye'li ufaklık


Mezarlıklar genelde işi olmayanın gitmediği, gitse de orada bulunmaktan hazzetmediği yerlerdir diye düşündüğümden, bu görüntü bana çok ilginç geldi. Yaşam ve ölümün bu çok doğal görünen bir aradalığı da...

Mezarlıktan çıkınca yol sorduğum adamla da paylaştım bu hissimi. Adam yazın herkesin o mezarlıkta oturup sohbet ettiğini ya da ailece piknik yaptığını söyledi.

Sokak aralarındaki yürüyüşüm bittikten sonra yine taksiyle Deyr-ul Zafaran Manastırı’na gittim. Deyr-ul Umur kadar olmasa da bu da çok güzel bir manastırdı. Sanırım onun kadar etkileyici gelmemesinin sebebi burayı bir turist kalabalığının içinde gezmek zorunda kalmam oldu.

Deyr-ul Zafaran Manastırı

Deyr-ul Zafaran Manastırı

Deyr-ul Zafaran Manastırı’nda da 40 kişi bilfiil yaşıyormuş. Burası 1932’ye kadar Süryanilerin dini merkeziymiş (şu anda merkezleri Şam’daymış).

Gezi sırasında elektrikler kesildiği için güneş tapınağı denen ve yer altında kalan bölümü zifiri karanlıkta gezmek zorunda kaldık. Rehber o sırada pagan ibadetlerini, kurban törenlerini falan da anlatınca tam oldu yani!

Deyr-ul Zafaran Manastırı

Deyr-ul Zafaran Manastırı

Güneş tapınağı, taşların verev biçimde sıkıştırılmasıyla inşa edilmiş. Harç kullanılmamış. Kilit taşını sökerseniz tüm yapı çöküyormuş (Bu kilit taşı uygulaması Hatuniye Medresesi ve Harran evleri gibi başka yerlerde de vardı).

Manastırı gezmem bitince taksiyle eski şehire döndüm. Maridin Otel’in önünden geçerken gezmem için içeri davet ettiler. 


Maridin Otel'de bir oda

Ramazan ve İbrahim adlarında iki bey bana oteli gezdirdi. Odalardan birinin içinde bir kuyu, altında mahzen ve bir de mahzene inen asansör vardı! Aşağı inmek isteyip istemediğimi sormalarıyla asansöre atlamam bir oldu tabi! İnsan genişliğinde, daracık bir asansörle zifiri karanlık bir yoldan geçip karanlık bir yeraltı mahzenine indim. Adından da anlaşılacağı üzere, eskiden burada şarap saklanıyormuş. Çok ilginç ve eğlenceli bir şeydi. Yine Alice oldum o anlarda!

Kuyulu, asansörlü, mahzenli oda

Mahzene inerken

Mahzenden kuyunun ve asansörün görünüşü

Sonra bana çay da ikram ettiler. O sırada beylerden biriyle sohbet ettik. Konu yine dinlerden açıldı. Müslümanların Süryanilere zulüm ettiğini doğruladı. “Herkes herkese ediyor. Onlar da bize etmiştir” dedim. “İşin doğrusu, hiç etmediler” diye cevapladı. Bu konudaki bilgiler birbiriyle çok çelişiyor. Başka birileri de “Mardin’de tüm dinler birbirine saygılıdır. Ramazan’da onlar ortalıkta yemez, içmezler. Biz de onların noelini tebrik ederiz” demişti. Umarım iyi olan hikayeler doğrudur ya da kötü hikayelerin sonu gelmiştir.

Maridin otelin paganizmden Müslümanlık'a kadarki dinleri gösteren panosu

Bir süre daha orada burada aylaklık edip, hem Mardi’yi sormak hem sıra gecesine katılmak için tekrar Surur Han’a döndüm. Ancak sıra gecesine çok vardı. Nazım da çok meşguldü. Ben de her kedi sesini Mardi’nin sanıp kalp çarpıntıları falan yaşamaya başlayınca otele dönmeye karar verdim.

O akşam odaya bir arkadaş geldi. 2-3 saat sohbet ettik ve uykuya çekildik.

Muhteşem Mardin'deki turum böylece sona erdi.



Mardin'de gün batımı