6.8.11

DOĞUMA - Bölüm 1

DOĞUMA

Gülümseyen ülkenin saçlarından ayak uçlarına 16 gün...

Tayland - Ağustos 2011



Doğuyu hep görmek isterdim. Kendimi hiçbir zaman İtalya’da hayal etmişliğim yoktu ama "uzak"doğu hep zihnimin bir köşesinde turuncu bir kelebek gibi uçuşup dururdu. Özellikle Aikido ile beş senelik yarenliğimizden sonra, başta Japonlar olmak üzere doğu kültürüne ait uluslara merakım ve sempatim iyice arttı. Arka arkaya birkaç Avrupa seyahatinden sonra tüm Avrupa şehirleri birbirinin aynı gibi gelmeye başlayınca, yüzümü iyice doğuya çevirdim ve bu kişisel yolculuğun adını DOĞUMA koydum. Bu adı birçok yönden çok anlamlı buluyorum.








,

Aklımdaki bölge güney – güneydoğu Asya; görmeyi istediğim ülkeler ise başlangıçta,

Nepal
Bhutan
Myanmar (Burma)
Tayland
Laos
Vietnam ve
Kamboçya idi.

Bu ülkelerle ilgili yurtdışında bulunan rehber kitaplardan yalnızca Bhutan, Tayland ve Bangkok’unkini Türkiye’de bulabildim. Bir heves Bhutan rehber kitabını okumaya koyuldum. Daha iki sayfa geçmişti ki talihsiz bir haberle sarsıldım. Bhutan’da geçireceğim her gün için hükumete 250 USD ödemem gerekiyordu! İstersen dağda, çadırda yat, ülkenden götürdüğün krakerlerle beslen, durum değişmiyordu. Çünkü bu ücret, dindar Budistler olarak sessizlik ve huzura çok ihtiyaç duyan Bhutan’lıların ülkeye girecek turist sayısını sınırlama amacına dayanıyordu. Her ne kadar bu ücrete konaklama, üç öğün yemek, kişiye özel tur rehberi, özel araç gibi ihtiyaçlar / lüksler dahil olsa da, ücret bana tabii ki çok yüksek geldi ve böylece Bhutan listemden düşmüş oldu.

Bhutan düşünce gözüm Nepal’e kaydı ama Hindistan’a gidesim gelmediği, Nepal de Hindistan’a komşu olduğu için, her ikisini gelecekte yapacağım bir Hindistan – Nepal turuna bıraktım.


























.

Sri Lankalı dostum Syrinath’ın tavsiyelerini da aldım. 16 günün tüm bu ülkeler için kısa olacağını, transferler arasında geçecek zamanın çok olacağını söyledi. Dolayısıyla ülkeleri iyice azaltarak üçe indirdim.

Kalan ülkelerden hangilerini seçeceğimi düşünürken ilginç bir olay oldu. Bir gece sabaha kadar garip garip kabuslar gördüm. Bunların birinde yalnız başıma Ortadoğu ülkelerinden birine gidiyordum. Sokakta gezerken üç adam beni zorla bir panelvana bindirip kaçırıyordu. Sonradan bunların şu Kaplan soyadlı şeriatçı adamın müritleri olduğunu öğreniyordum. Beni zorla alıkoyup şeriat geleneklerine uymaya zorluyorlardı. Neyse uzatmayayım, o arada bir adamla tanışıyorduk. Adam benim halime acıyıp kaçmama yardım etmeye karar veriyordu. Binbir güçlük, kalp çarpıntısı, kaçma, saklanma falan sürecinden sonra adamla nihayet Uzakdoğu ülkelerinden birine benzeyen bir ülkeye varıyorduk. Adam bana “Yer treniyle mi gitmek istersin, gök treniyle mi?” diye soruyordu. Ben de kendi kendime “Gök treni ne ya? Uçağı mı kastediyor?” falan diye mal mal düşünüyordum. Sonra gök treni eğlenceli bir şey olsa gerek deyip gök trenini seçiyordum. Türkiye’ye varıyorduk vırk zırk...


Burada ilginç olan ise şu. Aklımda “Ülkelerden hangilerini eleyeyim?” sorusuyla, haftada bilmem kaç kez olduğu gibi yine meyhaneye gittim. Bir yandan biramı, sigaramı içerken bir yandan da Tayland’ın rehber kitabını okuyordum. Sayfaların birinde gördüğüm şu ifadeyle oturduğum yerde put gibi çakılıp kaldım: “Kaçırılmaması gereken son bir bina ise Phaya Tha göktren istasyonuna yakın, Suan Pakkad Sarayı’dır”. Göktren istasyonu mu!? Bu kadar büyük bir tesadüf olabilir mi gerçekten!? Hani rüyamda gördüğüm şey her yerde karşıma çıkacak bir şey olsa anlarım ama göktren?! Tayland’a gitmeye böylece karar verdim. Rüyama kadar girdiğine göre o Gök Tren’de ya ölücem, ya ericem, ya koca bulucam; ne olacak bilmiyorum ama orada bir şey olacak dedim...

Tayland'ın şehirlerini tek tek inceleyip orta ve özellikle de kuzeybatı Tayland’ın bana göre olduğunu gördüm. Şurayı da görmeliyim, şunu da yapmalıyım derken, değişik ülkelerden tadımlık bir kokteyl yapmak yerine, Tayland'ı doya doya yudumlamaya karar verdim. Ülkenin o meşhur tropik adaları da gözüme harika görünmekle beraber, Ong hayatıma girene kadar benim hayalim beyaz kumsallarda uzanıp kokteyl içmek değildi.

Böylece, hayat küçük, dünya büyük diyerek, aldım uçak biletimi.. (İstanbul – Bangkok – İstanbul = 1450 TL). Açıkçası bileti aldığım sırada cebimde bir kuruşum yoktu ama gidene kadar bir yolunu bulurum deyip gözümü kararttım. Biraz da kendimi vazgeçmemeye mecbur bırakmak istedim.

Bileti aldıktan kısa bir süre sonra Ong hayatıma girdi. Gezime dahil oluşu da ergen bir kızın kahkahası gibi ani ve neşeli oldu. Onun beyaz kumsallar, tropik sualtı, okyanus vb. merakından ötürü geziye Güney Tayland’ı da ekledik.






























Böylece doğuma gün saymaya başladım. Bu arada da boş durmayıp her şeyi ince ince planladım. Obsesif bir tip olduğumu inkar etmeyeceğim ama gerçekten bu kez daha önce hiç yapmadığım kadar planlama yapmak zorundaydım çünkü Tayland ulaşım açısından sıkıntılı bir ülkeydi. Mesafeler uzun, ulaşım araçları eskiydi. Sonuçta seyahat acentalarınınkine taş çıkartacak derecede detaylı, 16 günlük bir tur programı hazırlamıştım. O şehre saat kaçta, neyle, nasıl gidilecek, hangi otelde kalınacak, nereler gezilecek, şu, bu...































Derken beklenen gün sonunda geldi. 5 Ağustos'ta Ong'la İstanbul'da toplaşıp hoplaştık ve doğuma yolculuğumuz öylece başlamış oldu. Önce Sabiha Gökçen'den Taksim'e gittik. Sonraki günler boyunca hep yapacağımız gibi kafaları çektik. Atatürk'e geçtik. 9 saat uçuşla Bangkok'a vardık. Bangkok'tan da 1,5 saatlik bir uçuşla ülkenin en kuzeyine, ilk durağımız olan Chiang Rai'ye vardık



Chiang Rai

Son söylenecek olanı baştan söyleyeyim mi? Tayland haritasında Chiang Rai'den Bangkok'a doğru dik bir çizgi indirin. İşte o çizginin solunda kalan bölüm benim için ülkenin en güzel yerlerine, gezimin de en güzel günlerine karşılık geliyor. Tayland'ın yeşil pirinç tarlaları ile ormanlar ve kahverengi derelerden ibaret sessiz bir cennet olduğu o bölgede tüm sokak köpekleri tombul ve mutlu; tüm insanlar güleryüzlü, saygılı, içten, mütevazi ve insanseverdi. Orası gerçekten Tayland'ın, kitaplarda tarif edildiği gibi, "gülen insanların ülkesi" olduğu ve çok mütevazi yaşamlar sürseler de insanların esas mantrasının "gam yok, tasa yok" olduğu yerdi.










Bangkok'a yaklaştıkça sokak köpekleri gittikçe zayıfladı, gülüşler sahteleşti

Güney Tayland'da köpekler biraz semirse, gülüşler kısmen ılınsa da, sözü geçenlerin hiçbiri bir daha asla kuzeydekiler gibi olmadı.































İşte kuzeyin de kuzeyi olan Chiang Rai'ye vardığımız ilk gün gezimiz boyunca ucuzluğunu ve neşesini hep çok seveceğimiz o tuktuklardan birine atladık ve ayağımızın tozuyla iki tane harika tapınak gördük. Birisi benim çok zamandır görmek için sabırsızlandığım Wat Rong Khun tapınağı (beyaz tapınak) idi.





































Diğer tapınak:





Tapınaklardan sonra gece pazarına gidip biraz alışveriş yaptık. Meydanda bir lokantada benim hep nefis bulduğum, Ong'un ise 2 hafta boyunca barışamayacağı Thai yemeklerinden yedik.



Meydana kurulan bir sahnede genç bir kız ve oğlan çok hoş bir Thai müziği ile bizi dinginleştirdiler. Özellikle kızın çaldığı o gıy gıy gıy sesli çalgıyı zaten oldum olası çok severim.



Ardından biraz da yerel dans gösterilerini izleyip başka bir gece pazarına gittik. Orası bizim Çiflik'in havasında bir yerdi. Her yerde yemek tezgahları, kızartmalar, yiyeceklerini ve biralarını alıp masalarına keyifle kurulan aileler, kadeh tokuşturan şen şakrak gençler...































Ong midye ve karideslerini yiyip, bir yandan da acaba yiyebilir miyim diye dev böcekleri ve tırtılları keserken, ben de 9 yıldır Tayland'da yaşayan İngiliz bir adamla ülke hakkında biraz sohbet ettim.



O sırada ilk muson yağmurumuzla tanıştık ve onlarca insanın 5 saniye içinde 50 metrekarelik bir saç altına sığabileceğini gülerek öğrendik. Yağmurun şiddeti azalınca odaya dönüp balkonda duty free'den aldığımız viski ve Amarula'ları götürüp sızdık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder