6.8.11

DOĞUMA - Bölüm 3

Chiang Mai


1. gün:



Chiang Rai’den 16.30’da otobüse binip 3-4 saatlik bir yolculukla Chiang Mai’ye vardık. Yolları çevreleyen doğa manzaraları yine muhteşemdi. Yol kalitesi ve virajlar da yine harikaydı. İçimden “bak çıkışa, yatır motoru, ver gazı!” falan diye slogan atıyordum! Bir gün kısmet olursa Güneydoğu Asya’ya motosiklet turu yapmak harika olur...

Muavinimiz ülkenin birçok yerinde sık sık karşımıza çıkan travesti ya da transeksüellerden biriydi. Tayland’ın en sevdiğim taraflarından biri de cinsel tercihi farklı olan insanların da herkesin çalıştığı işlerde (metroda bilet gişesinde, restoranda garson olarak, otobüste muavin olarak vb.) çalışabilmeleri; dünyanın birçok yerinde olduğu gibi geçinmek için fuhuşa mecbur bırakılmamaları oldu.

Otobüste giderken Ong'la aramızda şöyle bir geyik dönüyordu:






Ben: 12'si kraliçenin doğumgünüymüş
Ong: Hadi ya! Ne hediye alalım?
Ben: Haahahaaa!
Ong: O içinde yeşil şey olan ekmekten gönderelim!
Ben: Puhahahaa!
Ong: Sen de pembesinden gönder!
Ben: Heheheee!
Ong: Al şunu, halkına da doğru dürüst şeyler yedir bundan sonra diyelim!
Ben: Zuahahaaaaaa!

Chiang Mai’deki sevimli otelimizde hızlıca bir duş alıp nehir kenarında yürürüşe çıktık. Peşisıra dizilmiş restoranlar arasından birini seçip keyifli bir akşam yemeği yedik. Ertesi gün katılacağımız turu düşünerek erken bir saatte yattık.


2. gün:

Çeşitli etkinlikler içeren bir tur programına kaydolduk. İlk etkinlik olan fil safarisine katılmak üzere fil kamplarından birine gittik.

































Fillerin beklediğimden çok daha uzun boylu olduklarını görünce epey korktum. Yerden birkaç metre yükseğe kurulmuş bir platforma çıkıp fillerin üstüne o platformdan geçtik. Yan çizeceğimi fark eden Ong ve fil bakıcısının hadi hop’uyla kendimi filin üstündeki oturağa tünemiş buldum!































Fillerin gezeceği yerler genelde yokuş yukarı ve aşağı patikalardan oluşuyordu. Üstelik zemin de balçıktı. Ben filin ayağı kayıp düşecek ya da bizim oturak filin sırtından kurtulacak, yeri boylayacağız falan diye başta çok korktum ama alıştıktan sonra çok zevkli bir tur yaşamış oldum. Annelerine eşlik eden yavru fillerin de bizimle beraber yürüyor olmaları da ayrıca keyifliydi.






























En güzel kısmı ise tur bittikten sonra yavru, yetişkin tüm filleri beslemek, sevmek, hatta onlara sarılmak oldu.

Ama filleri yürütmek için kullandıkları süngülerin yarattığı küçük yaralar içimi burktu. Keşke biraz daha merhametli yollar kullandıklarını görebilseydim. Açıkçası fillere öyle muamele edildiğini bilseydim ne o kampa gider, ne de fillere binerek bunun bir parçası olurdum.





































Fil seansından sonra 4’er kişilik gruplar halinde çok ilkel bambu sallara binerek, sakin bir nehrin üstünde, suyun şırıltısı, nehrin iki yanındaki yeşillikler ve kuş sesleri eşliğinde huzur verici bir yolculuk yaptık. Bir ara uçan çok güzel bir böcek gördüm. “Aaa, Ong şuna bak!” diyerek işaret parmağımı uzattığım anda böcek uçup işaret parmağıma kondu. Bir süre birbirimize sevgiyle bakarak yolculuk ettik. Sonra geldiği gibi bir anda uçup gitti. Teşekkür ederim güzel böcek...

Bambu gezisinden sonra yerli kabilelerin yaşadığı ve yaptıkları el işlerini sattıkları bir köye gittik. Orada domuz sevmek ve domuzun göğsüne, boynuna kaşı kaşı yapmak hariç benim için çok ilginç bir şey olmadı.



Turun son ayağında ise bir şelaleye gittik. Ong suyu görünce zaten durmaz, ben de ondan daha az su canavarı olmayınca, milletin korkulu bakışları arasında atladık suya! Suyun iki yakası arasında, şelaleye karşı durmaya çalışarak, çocuklar gibi yüzüp durduk. Öte yandan, kariyerine denizde yüzerken ayak tarak kemiği, havuzda yüzerken ayak parmağı kırmayı sığdırabilmiş bir insan olarak, şelale gibi bir fırsatı değerlendirmememin ayıp olacağını düşünmüş olmalıyım ki, ayağımı suyun dibindeki kayalardan birine çakıp muhtemelen üstteki kemiği çatlattım! O dakikalarda pek sıkıntı yaratmasa da tur bitip otele döndüğümüzde iyice şişip morarmıştı. İlk günler hastaneye gitmeyeceğim diye inada bindirdiğimden, sonraki günler ise zaten hastane bulamadığımdan filmini çektiremedim. Topal, aksak falan da olsa yürümeme engel olmadığı ve tatilimi burnumdan getirmediği için kendimi şanslı sayıyor, şükür ediyorum.

































Otelde biraz oyalandıktan sonra gece pazarı bölgesine gidip bir pizzacıda kendimize ziyafet çektik. Ziyafetin ortalarındayken ne yazık ki iki kadın berbat bir motor kazası geçirdiler. Yemeğimizi bırakıp yardıma koştuk. Kadınlardan birinin ayağının alt kısmı üst kısmından neredeyse tamamen ayrılmıştı. Hani tost ekmeğini böyle yatay keserler ya, aynen öyle boylu boyunca kesilip 2 parçaya ayrılmıştı. Yanımdaki birilerinden de yardım isteyip kadıncağızın kanamasını durdurmayı, bir yandan da konuşarak moral vermeyi başardım. Diğer kadınla da elimden geldiğince ilgilendim. Onları ambulansa devrederek, üzgün bir biçimde yanlarından ayrıldık.



Tayland’da akıl almaz çoklukta motor var. Motor insanların hayatının çok normal, sıradan bir parçası. Küçücük yaşlardan başlayarak hepsi motora biniyorlar. Bir motorun üstünde anne, baba, çocuk ve küçük bir bebek görmek falan çok normal şeyler. 10-12 yaşlarında da kendileri kullanmaya başlıyorlar zaten. Ancak bırakın koruyucu kıyafetler giymeyi, hepsinin üstünde atlet, şort, ayağında parmak arası terlik. Allah esirgesin o tatlı insanları, ne diyeyim...

Kazanın etkisinden kısmen kurtulup, restoranda biraz daha vakit geçirdikten sonra hemen yandaki masaj salonuna gittik. İçeri girdiğimiz andan itibaren kendimizi çok huzurlu ve özel hissettirecek, inanılmaz keyifli şeyler yaşattılar. Önce önümüze diz çöküp, içinde çiçek yaprakları olan ılık bir suyla ayaklarımızı yıkadılar. Sonra masaj odasına alındık. Ong’la yan yana yatıp bir saatten fazla süren muhteşem birer masaj yaptırdık. Tüm bunlara kişi başı 20 lira vermek içimize sinmediğinden Ong hanımlara iyi bir bahşiş bıraktı. Böylece gün hepimiz için çok keyifli bitmiş oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder