6.8.11

DOĞUMA - Bölüm 2

Phu Lang Ka

Sabah sağolsun Chiang Rai’de kaldığımız Kong Garden View Resort’un dünya tatlısı görevlisi Aracha bizi eski otobüs terminaline bıraktı ve Phu Lang Ka’ya gitmek için binmemiz gereken otobüsü ve saatini öğrendi. Chiang Rai’den Phu Lang Ka’ya her gün sabah 9’da tek bir otobüs vardı. Chiang Kham üzerinden gidiyor ve bizim kalacağımız yer olan Phu Lang Ka Resort’un kapısından geçiyordu.





























3-4 saatlik, manzaralı bir yolculuktan sonra Phu Lang Ka’ya vardık. Sonunda nihayet haftalardır olmayı hayal ettiğimiz, fotoğraflarına bakarken bile ter içinde kaldığımız yerdeydik; Tayland’ın en kuzeyinin, en ücra Phayao’sunun, daha da ücra Phu Lang Ka’sında…


Basit odamıza yerleştik. Sevgili Kevan ve çocukları önce yerleşmemize yardım edip sonra da nefis yemeklerle karnımızı doyurdular. Biz de mola yerinde aldığımız ve nefret ettiğimiz, içinde meyve püresi gibi garip bir şey olan pandispanyalar ve tuzlu olduğunu umarak aldığımız ama her şey gibi tatlı çıkan bisküvilerle köpeklerin karnını doyurduk.





























Yemekten sonra bungalovlardan birinin terasında ayaklarımızı önümüzdeki dev vadiye doğru uzatarak, uzaklardan gelen şelale sesinin ve yuvalarından uzaklaşmamız için üstümüze pike yapıp duran kırlangıçların eşliğinde viski içip esridik.
































Uzun uzun, bulunduğumuz yükseklikten harika fotoğraflar veren dev boşluğa baktık. Aslında görünen gerçek anlamda bir boşluk değildi. Kocaman vadinin ortasında gökyüzünden yanlışlıkla düşmüş gibi duran tek bir kayalık vardı. Biraz daha arkalarda ise yalnız bir göl.






























Kevan’a gidip gördüğümüz yerlere gitmek istediğimizi söyledik. Yanımıza bir arkadaşını, altımıza ise jipini vererek arkamızdan el salladı. Kendisi de bizden sonra oradan ayrıldı. Arkadaş bizi önce Ong’un gitmek istediği o kayalığa götürdü. Orada mısır tarlalarının içinde aptal aptal yürüdük, boşluğun ortasında tanrısal bir şaka gibi duran kayalığa baktık.

Oradan ayrıldıktan sonra arkadaş bir patikanın önünde durdu ve bize tırmanmamızı işaret etti. Tırmanmaya başlamamızla beraber kendimizi dev bir yağmur ormanının içinde bulduk. Şimdiye kadar bin kez yeşil görmüşümdür ama ben o gün yeşil oldum. O ormanın içinde yeşil, dev bir yaprağa dönüştüm. En garip sesleri çıkartarak öten bir kuş oldum.






























En büyük örümcek ağlarını ben yaptım. En nemli ve mis kokulu toprak bendim. Ormandaki patikadan durdurulamaz bir iştahla, soluk soluğa tırmanıp dururken patikanın kısa sürede bitmeyeceğini anladık. Bir süre sessizce durup dinlendikten ve dinledikten sonra geri döndük.



Bizim mutluluğumuzu gördükçe daha da mutlu olan arkadaş bizi bu kez de Ong’un görmeyi çok istediği şelaleye götürdü. Bir bardak su görse çıldıran Ong gürül gürül şelaleyi görünce tabii ki kendini kaybetti. Benim de ona katılmamla kendimizi birden deliler gibi yüzer, oynar ve eğlenirken bulduk. Şelalenin tepesine kadar düşe kalka tırmandık. Gerçekten olağanüstü bir deneyimdi.





























Son olarak ise göle gittik. Ama sevgili arkadaşımızın bizi kendiliğinden götürdüğü o muhteşem yerlerden sonra o sevimli göl bile sönük kaldı. Karanlığın da bastırmasıyla, kısa bir süre yüzüp otele geri döndük.

Otelde akşam yemeği için hiçbir şey yoktu. Zaten Kevan, çocuklar ve diğer herkes çoktan gitmişti. Dağın başında bizi gezdiren arkadaş, Ong, ben ve köpekler kalmıştık. Adamcağız bize 2 tane o “içinde meyve püresi gibi şeyden olan pandispanya gibi şey”den (bundan sonra “o iğrenç şey” olarak anılacaktır), 1 şişe de küçük su verdi. O iğrenç şeyler adamın son yemekleri miydi bilmiyorum ama biz onları da köpeğe verdik. Suyumuzu bitirmemek için geceyi gelirken aldığımız biraları ve Amarula’yı içerek geçirdik.

Ong yattıktan sonra ben oturup bir şeyler yazmak istedim ama olağanüstü bir muson yağmuru, sacın altında otururken bile beni yıkadığı için içeri kaçtım. Uyumadan önce o ergenlik yıllarımda çok sevdiğim serserinin sözleri gezdi aklımda… “Buradayım.Yağmur öyle çok yağıyor ki görmesen bile sürekli onu duyuyorsun. Uyurken bile hep ıslanıyormuşsun gibi geliyor. Sana ne çok yazıyorum ama hiçbirini yollayamıyorum. Yazar yazmaz her şey eskiyor sanki, sözcükler uzaklığa ve zamana dayanıklı değil. Sen de hep bu yeniden kurgulanmış ayıklanmış kartlarla yetinmek zorunda kalıyorsun. Sevmeyi bilmediğim doğru ama özlemeyi ve hissetmeyi bildiğimi sanıyorum. Buradayım; yağmur yağıyor ve anlayabildiğim; kendim hakkında belirginleştirebildiğim tek şey bu...”



Sabah da doğru dürüst yiyecek ve su bulamadık. Arkadaş bize yine o iğrenç şeylerden ve bir küçük şişe su verdi. Biz de iğrenç şeyleri yine köpeğe yedirip, suyu da idareli biçimde yudum yudum içtik. Sarı - siyah dev kelebekleri bir süre daha izleyip, köpekleri ardımızda bırakırken yaşlanan gözlerimizle, travelfish’in dediği gibi bir “fascinating nowhere” olan Phu Lang Ka’dan, Chiang Rai’ye geri dönmek ve oradan da Chiang Mai’ye geçmek üzere ayrıldık.

Otobüsün mola verdiği ilk yerde açlık ve susuzluktan çıldırmış bir halde bulduğumuz yenebilir görünen her şeyi aldık. Ne yazık ki sadece meyveli yoğurt, soya sütü ve patates cipsinden ibaretlerdi ama olsun. Kurutulmuş domuz pipisi, kızartılmış balık poposu (ya da her nereleriyse işte! Ne fark eder?) falan yemekten iyiydi yine de.

Ong bu arada, “Ya ben yemek seçmem. Hadi ne varsa yiyeyim ama yiyecek bir şey yok ki, ne yiyeyim! Halbuki bak mısır var, mısır ekmeği falan yapabilirler. Ama yok! Anca suyun içindeler!” diye komik komik söyleniyordu.

Chiang Rai’ye döndüğümüzde 1 saat sonra kalkan bir Chiang Mai otobüsü vardı ama biz yakınlardaki pizzacıda yaklaşık 2 saatlik bir bilinç kaybı yaşayıp filler gibi yedikten sonra ancak akşam otobüsüne binebildik.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder