6.8.11

DOĞUMA - Bölüm 5

Bangkok

Sukhothai'den öyle huzur içinde, sırıtarak ayrıldıktan 1 saat sonra, gökyüzünden Bangkok cehennemine düştük! Sırtımızda kütük gibi çantalar, yağmur, sıcak, aptal levhalar, sokaklarda insan selleri! O metrodan in, bu göktrene bin, ondan in buna bin! Kapı nerede? Öbür hatta nereden geçeceğiz?


Bilet nereden alınacak? O durak mı bu durak mı? Şu hat mı bu hat mı? Son kertede bir de yanlış yöne dönmüş bir sokak tabelası yüzünden aynı bölgede bir saat deli danalar gibi daireler çizdikten sonra evimize varmayı başardık. Ev diyorum çünkü adı otel olmakla beraber bir rezidansta kaldık.



Tayland'ın çeşitli şehirlerine tanrının bir lütfu gibi yayılmış ve yiyecek hiçbir şey bulamadığımız zamanlarda adının hakkını her zaman veren 112 Pizza'dan pizza söyledik. Yattığımız yerde pizza yiyip, bira içip bayıldık.

Bu bölümün benim için tek güzel yanı, rüyamda gördüğüm ve orada olmama sebep olan göktrene sonunda biniyor olmanın heyecanıydı. Ancak o rüyanın farklı şeylere işaret ettiğini o gün henüz bilmiyordum...



İşte rüyamdaki Gök Tren...


Bangkok - Kanchanaburi

Normalde o gün öğle treniyle Kanchanaburi'ye gideceğimiz için ben öğlene kadar uyudum. Ong da erkenden dışarı çıkıp, öğlene kadar o günden sonra hep -ve hala- "mahallem" diye anacağı, evimizin olduğu bölge olan Sukhumvit - On Nut bölgesinde gezmiş. Motorlu taksicilerle falan kanka olmuş.

Tren saati yaklaşırken odaya döndü. Trenle gitmek istememin sebebi, trenin görmeyi istediğimiz Kwae (Kuvaai) Köprüsünün üstünden geçecek olmasıydı. Öte yandan, resepsiyonistlerin verdiği can sıkıcı bilgiler doğrultusunda, istasyonun bulunduğumuz yere çok uzak olduğunu ve oraya gitmenin bile yarım gün alacağını öğrenip tren fikrinden vazgeçmek zorunda kaldık. Kanchanaburi'ye giden minibüsler olduğunu öğrendikten sonra kendimizi minibüs duraklarının olduğu bölgeye attık. Bilet almaya çalışan insan sellerinin arasından sıyrılıp güç bela biletimizi aldık. Cehennem gibi yanan, her tarafı kapalı bir terminalde, derilerimizin her bir gözeneğinden ter fışkırarak uzun süre minibüs bekledikten sonra gözümüzü hastanede, pardon Kanchanaburi'de açtık.



Bangkok'a indiğimiz an başlayan kuzey özlemi o anlarda en üst noktasına ulaştı. İstediğin yere gitmenin sadece 5-6 lira tuktuk parasına ve en fazla 10-15 dakikaya baktığı, hiçbir şeyin böyle eziyet olmayıp, tersine her şeyin keyif olduğu, az insanlı, çok yeşilli, yağmurun bile çok yakıştığı kuzeyi...







Neyse, tanrıya şükür, özlediğimiz huzuru Bangkok'un 3 saat uzağındaki Kanchanaburi'de yine yakaladık. Otelimizde biraz dinlendiktan sonra, Ong'un Tayland'da en çok görmek istediği yerlerden olan Kwae Köprüsüne gittik. Köprü gece bile çok güzel ama onbinlerce ölünün acı hatırasından olacak, bir o kadar da hüzünlüydü. Köprünün üstünde epey vakit geçirdik. Ölenleri, öldürenleri, yaşamı, milletleri, savaşları, barışları düşünerek uzun sessizlikler yaşadık.

Ardından köprünün ayağındaki restoranlardan birinde bir şeyler içip otele geri döndük. Havuz kenarında da biraz içip, şirin mi şirin odamıza döndük, uyuduk.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder